BİR HASTAYI KURTARDINIZ

Antalya, Side, Manavgat, Alanya anılarım……..

 

 

Antalya, İstanbul dan sonra yaşayabileceğim nadir şehirlerden biridir. Antalya nın şehir merkezinde bir yer vardır ki, beni baştan çıkarıp, bir Antalya hayranı yaptığı gibi resim hayatımda esin kaynaklarımdan biri olmuştur. Ama ne yazık ki hayatımdaki iş yoğunlukları, hayran olduğum bu yeri sık sık ziyaret etmemi engellemiş, ancak o panoramanın hafızamdan silinmesinde başarılı olamamıştır.

Uzun yıllar sonra Antalya ya geldiğimde ilk koştuğum yer, beni büyüleyen bu yer olmuştur. Uzun ayrılık sonrası ruhumdaki etkisi aynı kaldı mı? şeklindeki soruma yanıt aradığım testten başarı ile geçerek üzerimdeki büyüsünün değişmediğini göstererek beni değil zamanı mahcup etmiştir. Aslında ortaya çıkan sonuç ne benim ne de oranın değişmediğinin bir göstergesiydir. Vakit zenginliğine eriştikten sonra Antalya ya daha sıklıkla gelerek bizi ayrı koyan yıllardan intikamımı almışımdır.

Sizi oldukça merak ettirdiğimin farkındayım. Bahsettiğim yer Antalya nın merkezindeki Karaalioğlu şehir parkıdır. Şehir parklarını çok sever ve önemser onların özenle korunması gerektiğini savunurum. Zira bende onların şehrin nefes alma yeri başka bir ifade ile şehrin akciğerleri olduğuna inanırım. Bu nedenle bu parkın bozulmadan yıllarca çevre vandalizmi ile göğüs göğüse mücadele edip, ayakta kalması beni son derece mutlu etmektedir. Antalya da yaşasaydım abartısız her gün bu parka gelip, o nostaljik çay bahçelerinde oturup, günün stresinden arınırdım. Bu parktaki yeşilin her tondaki yelpazesi arasından önünüze serilen masmavi deniz ve onların arkalarında her iki renge tam bir uyumla kenar süsü gibi çevreleyen Toros dağları müthiş bir kombinasyon yaratmaktadır.

Antalya ile ilk tanışmam liseden mezun olduğum yılın yazında, Side ye tatil yapmak üzere geldiğimiz de kısmet olmuştu. Şimdilerde Side deyince akla yıldızı bol oteller gelmektedir. Oysa o yıllarda Side de sadece birkaç pansiyon vardı. Ailece geldiğimiz Side de otuz günlük tatilimizi o zaman okul olan daha sonra Öğretmenler lokaline dönüştürülen Side ilkokulunda geçirecektik. Nasıl mı? Anlatayım. Bilmeyen için hem ilginç gelecek hem de öğretmenlerin ne şartlarda hizmet ettiğinin öğrenilmesi açısından önem arz edecektir.

Babam o yıllarda eğitimci olarak Ankara da görev yapıyordu. Öğretmenlik çok kutsal, saygın ancak fedakarlık gerektiren mesleklerdendi. Henüz Lojman, kamp ve öğretmenevleri gibi eğitimciler için çok büyük önem arz eden olanaklar olmadığından Bakanlık yaz aylarında eğitimcilere sahil kesimlerindeki okulların sınıflarını tahsis etmekteydi. Kura ve kıdem esasına göre bu yerlerde tatil yapmaya talip şanslı eğitimciler de yanlarında gereksinimleri olan eşyalarla sınıfları kendileri için sımsıcak bir kamp ortamına dönüştürürlerdi. Böylece eğitimciler tüm eğitim yılında sınıflarda biriken yorgunluklarını yine bu kutsal ve bereketli sınıflar vasıtası ile gidermeye çalışırlardı. En önemlisi de eğitimin cefakar, çileli insanları aileleri ile birlikte çok ekonomik bir tatil yapma olanağı yakalamış olurlardı. İşte o yaz bizde kaldığımız bu ilkokulun bir sınıfını kendimiz için şimdiki entel ifadesi ile “ Holiday resort “ haline getirmiştik.

Okulun hemen yanındaki cam gibi berrak suyu olan sahil de denize girmek özellikle biz çocuklar için büyük mutluluktu. Nedendir bilmem bizler denizin tadını çıkarmak için şimdilerdeki gibi konforlu plajlar, şezlonglar, şemsiyeler, duşlar, bot, kolluk , ayağa takılan koruyucu ayakkabılar, en kuvvetlisinden güneş yağları, kremleri aramazdık. Kumsala serilen bir havlu, bolca yüzmek, denizden kum, midye, taş çıkarmak, taş sektirmek, kıyıda ilginç çakıl taşları veya midye kabuğu toplamak büyük mutluluktu. Hele deniz sonrası güneşte bekleyen kovalardaki suların başımızdan aşağı boca edilmesi sırasında attığımız kahkahalarla yaptığımız duşlar bizler için şimdiki jakuzi keyfine bedeldi.

O okulda kardeşlerimle işte böylesi geçirdiğimiz bir aylık tatil inanın yıllar sonra beş yıldızlı otellerden aldığım mutluluklarla mukayese bile edilemeyecek üstünlüktedir. Mutlu olma yolunun, olanakların ve konforun artması ile doğru orantılı gelişmediğini birçoğunuz gibi ben de yaşayarak öğrendim.

Side de beş kişilik ailemle mutlu tatilimizi sürerken Manavgat ın yerlisi olan babamın eğitimci arkadaşı İsmail bey amca Side de okula çok yakın bir yerde kaldıkları için bizi ilk günden itibaren ailesi ile birlikte yalnız bırakmadı. Kaldıkları yer ise asla akıldan çıkacak gibi değildir. Bu kaldıkları yerleri daha sonraki yıllar da hiçbir yerde görmedim sadece arada sırada benzerlerini Uzakdoğu veya Afrika belgesellerinde görmekteyim. Bu evler denizin üstündeki kazıklar üzerine kurulmuş ilkel bungalov evlerdi. Kıyıdan iskele ile gelinen evlerin altı deniz, üzerleri hasırla kaplanmıştı.

Bazılarında birkaç oda bile olan bu evler yer yatakları ve döşeklerle dekore edilmişti. Şimdiki Side sahilinde çok lüks otellerin bulunduğu mevkiide yer alan bu evlerde yazı geçirmenin anlatılmayacak bir keyif olduğunu öğrenmek bana da kısmet olmuştu. Hani bazen anlatmak olanaksızdır, yaşamak gerekir denilen konulardandır bu aslında. Bu ilkel ama o kadar mutluluk verici bir yerin benzerini örneklemek şimdilerde gerçekten çok zordur sanırım o bölgede yaşamış benim kuşağımdakiler çok iyi anlayabileceklerdir. Sıcaklığın tüm gün süregeldiği Side de akşam saatleri bile her yer yanarken burada püfür, püfür bir esintinin olması inanılmaz hatta akıl almaz bir şeydi.

Yemeklere davet edildiğimiz bazı akşamlar burada deniz sesiyle yemek yemenin keyfini ve sadece biz çocuklar, yatılı misafir olarak kaldığımızda üzerimize yorgan örtüğümüz geceleri, ay ışığında transistörlü radyodan müzik dinlemelerimizi nasıl unutabilirim. O tatilde Antalya ve çevresindeki görülmesi gereken yerleri İsmail beyin henüz Türkiye de yeni piyasaya çıkmış Renault 12 marka arabası ile gezerek öğrendik. Bir yerde bize Antalya genelini de sevdiren İsmail bey amca olmuştur. Yazımın girişinde bahsettiğim, beni büyüleyen Karaalioğlu parkını da ilk kez o zaman görmüştüm.

Üniversite yıllarında Antalya ya ve Alanya ya seyahatlerim oldu. Alanya o yıllarda bana doğal, güzel ve şirin gelmişti. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda özellikle doğallığının ve şirinliğinin kaybolduğunu üzülerek görüyorum.

Aradan geçen uzun yılların ardından Antalya, Side ve Alanya ya gelişlerim iradem dışı, zorunlu gelişler olsa da yine de benim için büyük mutluluk kaynağı olmuştur. Görev yaptığım kurumun değişik yıllarda adı geçen üç yerde düzenlediği eğitim seminerlerine zorunlu katılmak durumundaydım. Bu tip zorunlu seyahatlerin sevimsiz tarafı özgür davranma adına ne zaman ne de ortam bulunamamasıdır. Bazen de sizinle dünyaya aynı pencereden bakan arkadaş bulma güçlüğü çekilmesidir. Öyle ki topluca hareket etmek sanki mecburi bir davranış biçimi haline gelir, bireysel davranış yoksunu haline dönüşürsünüz. Bu handikaplar da benim gibi kaşif ruhlu biri için bir hayli zorlayıcıdır. Buna rağmen her üç yerde de kendi ruh dünyamı besleyecek kültürel ve sanatsal yolculuğu gerçekleştirmeyi başarmışımdır.

Örneğin Antalya da beş yıldızlı bir otelde yaklaşık üç yüz meslektaşım ile sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki seanslı ama neredeyse tüm günü işgal eden seminerdeydik. Yüzde doksan beşi erkek olan meslektaşlarım otel içinde ya da yakınındaki çay bahçelerinde toplu olarak zamanlarını değerlendirirken benim Antalya nın bilmediğim yerlerini keşfetmem ve özellikle Karaalioğlu parkında çay keyfi yapıp, geçmiş anıları yaşayıp, tüm gün sıkıcı mevzuatlarla karartılan ruhumu arındırıp döndüğümde meslektaşlarımın bıraktığım yerde hala okeye devam etmelerine onlar adına üzülmüş, neler kaçırdıklarının farkında olmamaları enteresan gelmiştir.

Bu bireysel keşiflerimin bir gününde eskiden görmediğim, yapılan restorasyonlarla müthiş bir cazibe merkezi olmuş Kaleiçi bölgesini keşfettim. Gördüğüm her konak, tarihi ev müthiş bir mutluluk veriyordu. Allah kalbine göre versin şeklinde güzel bir sözümüz vardır ya aynen bu temenni de olduğu gibi Kaleiçi ni gezerken bir resim sergisinin açılış kokteyli içinde kendimi bulmamı, ressamlarla tanışmamı, diğer sergilerden haberdar olmamı, “kalbime göre verilen armağanlar '' olarak kabul ettim.

Gördüğüm her şeyin kalıcı olması için ne kadar çok fotoğraf çektiğimi hatırlıyorum. Ana cadde üzerindeki tarihi roma kalıntıları yanında uyuklayan, yılların yorgun savaşçısı, ayakkabı boyacısı, yaşlı amca kendisini fotoğraflayarak ilerde yaptığım bir yağlıboya resmimin kahramanı olduğunu ne yazık hiçbir zaman öğrenemedi.

Bir kez de yine Antalya merkezdeki büyük bir otelde yapılacak zorunlu seminere “ İstanbul dan araba ile gezerek gidelim '' şeklinde öneriyle, iki yıl önce rahmetli olan çok sevdiğim meslektaşım Nazif dışında Ahmet ve Osman üstatları da alarak eğlenceli bir seyahat gerçekleştirdik. İstanbul, Antalya rotamızı şöyle çizmiştik; öğle yemeğimizi İnegöl de, akşam yemeğimizi bir gece konaklayacağımız Afyon da yiyecek, ertesi sabah çayımızı Kütahya da içip, öğle yemeğimizi Isparta da gerçekleştirecektik.

İnegöl ün neden köftesi bu kadar meşhurdur? sorusuna yanıtı bizzat burada yediğim öğle yemeğin de buldum. Gerçekten nefisti. Ancak İnegöl ün sadece köftesinin değil, yoğurdu ve ekmeğinin de çok lezzetli olduğunu fakat ne yazık köftenin şöhretini yakalayamadıklarına üzüldüm. Madem Afyon da kalacaktık, o halde bir kaplıca otel olmalıydı dedik ve güzel bir yer bulduk. Akşam yemeğimizi açık büfe olan restoran da alıyorduk. Güzel menü sonunda sıra tatlı yeme faslına gelinmişti. Benim dışımda üç arkadaşında şeker hastası olması yüzünden onca çeşit tatlıyı utana, sıkıla ve çekine, çekine tabağıma koyarken, “acaba onlara göstermeden başka bir yerde bitirip, öyle mi masaya gitsem? “ düşüncesi bile aklımdan geçerken, masaya geldiğimde bu üç şeker hastası arkadaşın tabaklarında benden fazla tatlı olmasına dondum kaldım. “Yahu. Siz mi, yoksa ben mi şeker hastasıyım? anlamadım ki, sizin yüzünüzden az daha yemeyecektim“ dememe hepimiz çok güldük. Oldukça kuralcı ve prensipli üstatların bu davranışları, bende seyahatin mutlulukla birlikte biraz çocuk kimliğimizide ortaya çıkardığı kanaati oluşturdu. Bu durumla daha sonraki yıllarda gezi sorumlusu olarak gerçekleştirdiğim seyahatlerde sık sık karşılaşacaktım.

Ertesi gün ilk çay molasını Kütahya da yaptık. Burasıda bir Kastamonu şehri gibi hak ettiği ünü yakalayamamış şehirlerimizdendir. Kısa bir şehir turu sonrası şehrin çok düzenli, temiz, bakımlı olması bizi çok mutlu etti. Şehir meydanında oturduğumuz çay bahçesi bana hiç yabancı gelmedi. Bir anda Biga, Bursa kültür park, İzmit, Ankara gençlik parkındaki çay bahçelerinde arkadaşlarım ve ailem ile yaptığımız keyifli sohbetler çocukluk ve gençlik hallerimiz film şeridi gibi aktı. ilk defa geldiğim bu çay bahçesinde sanki defalarca bulunmuş hissine kapıldım. Sanırım bu duyguya kapılmamdaki en büyük etken deniz olmayan bu yerlerdeki, suyu ikame eden havuz ve fıskiyelerden çıkan su sesleri ve klasik desenli masa örtüleri idi.

Öğle yemeğini planladığımız gibi Isparta da yemeğe karar verdik. Bir arkadaşın önceden bildiği fırın tandırı ve şırası meşhur olan bir esnaf lokantasına geldik. Metal maşrapalarla şıra içme ilginç geldi. Çocukluğunda şadırvanlara asılı herkes su içtiği annemin bana “sakın onlardan su içme, avucunla iç “ şeklindeki tembihini hatırladım.

Tandır muhteşemdi. Ama Bitlis te tok olmama rağmen iki porsiyon yediğim tandırdan üstün değildi. Ayni ekip ile Antalya daki seminer sonrası Belek ve Olympos u keşfimiz ile de merak ettiğim iki önemli yeri de görmüş oldum.

Zorunlu seminerlerle istediğim özgürlükte değerlendiremediğim Antalya ya kısa süre sonra bu kez eşimle geldik. İlk uğrağımız Arkeoloji müzesi oldu. Arkeolojiye merakı olanları tatmin edecek bir müze olması ve batı standarlarında olması bizleri gururlandırdı. Tekne ve fayton turlarımızdan sonra bir kez daha Atatürk ümüzün kaldığı şimdilerde müze olan binayı, Konyaaltı nı, Kaleiçi ni, Çarşıyı detaylı gezdik.

Sohbet ettiğimiz Antalyalılardan öğrendiğimiz, köfte ve tahinli kabak tatlısı ile ünlenmiş lokantanın haklı övgüleri almasına şaşırmadık. Bir gün şehir içinde gezerken saat kulesinin yanına kurulmuş Kızılay çadırındaki hemşireler beni kan vermeye davet ettiler. Daha önce birkaç kez kan verdiğim ve bunun hem sağlığıma hem ruhuma çok iyi geldiğini bildiğimden tekliflerini kabul edip kan verdim. Ertesi gün gelen ve yıllarca düzenli gelmeye devam eden mesajı her aldığımda hem mutluluk duyarım hem de Antalya yı hatırlarım. "BİR HASTAYI KURTARDINIZ"

Serdar Taştanoğlu

Dragos Musıki Derneği Başkanı

19 Eylül 2016 Pazartesi

 

 Yorumlar

NURAN BULUT 

Antalya 10.10.2016

Antalya sevdiğim tatil yerlerinden biridir her yeri bir başka güzel siz de çok güzel anlatmış ve fotolarla daha da canlandırmışsınız ,tahinli kabak tatlısına takıldım normalde tahini sevmem kabak tatlısı favorimdir merak ettim tadını rastlarsam deneyeceğim . :)

NÜKET KARAASLAN 

Antalya, Side, Manavgat, Alanya Anılarınız 09.10.2016

Kaleminize ve yüreğinize sağlıklar dilerim...

SAADET KıLıÇASLAN 

Mükemmel 06.10.2016

Antalya da sandım kendimi okurken tebrik eder başarıların devamını dilerim diğer makalelerinizi de gördüm onları da okuyacağım devamını beklerim

AYŞE MUMCU 

.. 04.10.2016

Yüreğinize sağlık

SUAT YıĞMATEPE 

ÇOK GÜZEL VE HARİKA 25.09.2016

SEVGİLİ KARDEŞİM BEN DE 1970 ANTALYA MERKEZ ORTAOKULU MEZUNUYUM.YAZINIZI ZEVKLE OKUDUM.

 

 

Antalya, Side, Manavgat, Alanya anılarım……..

 

 

Antalya, İstanbul dan sonra yaşayabileceğim nadir şehirlerden biridir. Antalya nın şehir merkezinde bir yer vardır ki, beni baştan çıkarıp, bir Antalya hayranı yaptığı gibi resim hayatımda esin kaynaklarımdan biri olmuştur. Ama ne yazık ki hayatımdaki iş yoğunlukları, hayran olduğum bu yeri sık sık ziyaret etmemi engellemiş, ancak o panoramanın hafızamdan silinmesinde başarılı olamamıştır.

Uzun yıllar sonra Antalya ya geldiğimde ilk koştuğum yer, beni büyüleyen bu yer olmuştur. Uzun ayrılık sonrası ruhumdaki etkisi aynı kaldı mı? şeklindeki soruma yanıt aradığım testten başarı ile geçerek üzerimdeki büyüsünün değişmediğini göstererek beni değil zamanı mahcup etmiştir. Aslında ortaya çıkan sonuç ne benim ne de oranın değişmediğinin bir göstergesiydir. Vakit zenginliğine eriştikten sonra Antalya ya daha sıklıkla gelerek bizi ayrı koyan yıllardan intikamımı almışımdır.

Sizi oldukça merak ettirdiğimin farkındayım. Bahsettiğim yer Antalya nın merkezindeki Karaalioğlu şehir parkıdır. Şehir parklarını çok sever ve önemser onların özenle korunması gerektiğini savunurum. Zira bende onların şehrin nefes alma yeri başka bir ifade ile şehrin akciğerleri olduğuna inanırım. Bu nedenle bu parkın bozulmadan yıllarca çevre vandalizmi ile göğüs göğüse mücadele edip, ayakta kalması beni son derece mutlu etmektedir. Antalya da yaşasaydım abartısız her gün bu parka gelip, o nostaljik çay bahçelerinde oturup, günün stresinden arınırdım. Bu parktaki yeşilin her tondaki yelpazesi arasından önünüze serilen masmavi deniz ve onların arkalarında her iki renge tam bir uyumla kenar süsü gibi çevreleyen Toros dağları müthiş bir kombinasyon yaratmaktadır.

Antalya ile ilk tanışmam liseden mezun olduğum yılın yazında, Side ye tatil yapmak üzere geldiğimiz de kısmet olmuştu. Şimdilerde Side deyince akla yıldızı bol oteller gelmektedir. Oysa o yıllarda Side de sadece birkaç pansiyon vardı. Ailece geldiğimiz Side de otuz günlük tatilimizi o zaman okul olan daha sonra Öğretmenler lokaline dönüştürülen Side ilkokulunda geçirecektik. Nasıl mı? Anlatayım. Bilmeyen için hem ilginç gelecek hem de öğretmenlerin ne şartlarda hizmet ettiğinin öğrenilmesi açısından önem arz edecektir.

Babam o yıllarda eğitimci olarak Ankara da görev yapıyordu. Öğretmenlik çok kutsal, saygın ancak fedakarlık gerektiren mesleklerdendi. Henüz Lojman, kamp ve öğretmenevleri gibi eğitimciler için çok büyük önem arz eden olanaklar olmadığından Bakanlık yaz aylarında eğitimcilere sahil kesimlerindeki okulların sınıflarını tahsis etmekteydi. Kura ve kıdem esasına göre bu yerlerde tatil yapmaya talip şanslı eğitimciler de yanlarında gereksinimleri olan eşyalarla sınıfları kendileri için sımsıcak bir kamp ortamına dönüştürürlerdi. Böylece eğitimciler tüm eğitim yılında sınıflarda biriken yorgunluklarını yine bu kutsal ve bereketli sınıflar vasıtası ile gidermeye çalışırlardı. En önemlisi de eğitimin cefakar, çileli insanları aileleri ile birlikte çok ekonomik bir tatil yapma olanağı yakalamış olurlardı. İşte o yaz bizde kaldığımız bu ilkokulun bir sınıfını kendimiz için şimdiki entel ifadesi ile “ Holiday resort “ haline getirmiştik.

Okulun hemen yanındaki cam gibi berrak suyu olan sahil de denize girmek özellikle biz çocuklar için büyük mutluluktu. Nedendir bilmem bizler denizin tadını çıkarmak için şimdilerdeki gibi konforlu plajlar, şezlonglar, şemsiyeler, duşlar, bot, kolluk , ayağa takılan koruyucu ayakkabılar, en kuvvetlisinden güneş yağları, kremleri aramazdık. Kumsala serilen bir havlu, bolca yüzmek, denizden kum, midye, taş çıkarmak, taş sektirmek, kıyıda ilginç çakıl taşları veya midye kabuğu toplamak büyük mutluluktu. Hele deniz sonrası güneşte bekleyen kovalardaki suların başımızdan aşağı boca edilmesi sırasında attığımız kahkahalarla yaptığımız duşlar bizler için şimdiki jakuzi keyfine bedeldi.

O okulda kardeşlerimle işte böylesi geçirdiğimiz bir aylık tatil inanın yıllar sonra beş yıldızlı otellerden aldığım mutluluklarla mukayese bile edilemeyecek üstünlüktedir. Mutlu olma yolunun, olanakların ve konforun artması ile doğru orantılı gelişmediğini birçoğunuz gibi ben de yaşayarak öğrendim.

Side de beş kişilik ailemle mutlu tatilimizi sürerken Manavgat ın yerlisi olan babamın eğitimci arkadaşı İsmail bey amca Side de okula çok yakın bir yerde kaldıkları için bizi ilk günden itibaren ailesi ile birlikte yalnız bırakmadı. Kaldıkları yer ise asla akıldan çıkacak gibi değildir. Bu kaldıkları yerleri daha sonraki yıllar da hiçbir yerde görmedim sadece arada sırada benzerlerini Uzakdoğu veya Afrika belgesellerinde görmekteyim. Bu evler denizin üstündeki kazıklar üzerine kurulmuş ilkel bungalov evlerdi. Kıyıdan iskele ile gelinen evlerin altı deniz, üzerleri hasırla kaplanmıştı.

Bazılarında birkaç oda bile olan bu evler yer yatakları ve döşeklerle dekore edilmişti. Şimdiki Side sahilinde çok lüks otellerin bulunduğu mevkiide yer alan bu evlerde yazı geçirmenin anlatılmayacak bir keyif olduğunu öğrenmek bana da kısmet olmuştu. Hani bazen anlatmak olanaksızdır, yaşamak gerekir denilen konulardandır bu aslında. Bu ilkel ama o kadar mutluluk verici bir yerin benzerini örneklemek şimdilerde gerçekten çok zordur sanırım o bölgede yaşamış benim kuşağımdakiler çok iyi anlayabileceklerdir. Sıcaklığın tüm gün süregeldiği Side de akşam saatleri bile her yer yanarken burada püfür, püfür bir esintinin olması inanılmaz hatta akıl almaz bir şeydi.

Yemeklere davet edildiğimiz bazı akşamlar burada deniz sesiyle yemek yemenin keyfini ve sadece biz çocuklar, yatılı misafir olarak kaldığımızda üzerimize yorgan örtüğümüz geceleri, ay ışığında transistörlü radyodan müzik dinlemelerimizi nasıl unutabilirim. O tatilde Antalya ve çevresindeki görülmesi gereken yerleri İsmail beyin henüz Türkiye de yeni piyasaya çıkmış Renault 12 marka arabası ile gezerek öğrendik. Bir yerde bize Antalya genelini de sevdiren İsmail bey amca olmuştur. Yazımın girişinde bahsettiğim, beni büyüleyen Karaalioğlu parkını da ilk kez o zaman görmüştüm.

Üniversite yıllarında Antalya ya ve Alanya ya seyahatlerim oldu. Alanya o yıllarda bana doğal, güzel ve şirin gelmişti. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda özellikle doğallığının ve şirinliğinin kaybolduğunu üzülerek görüyorum.

Aradan geçen uzun yılların ardından Antalya, Side ve Alanya ya gelişlerim iradem dışı, zorunlu gelişler olsa da yine de benim için büyük mutluluk kaynağı olmuştur. Görev yaptığım kurumun değişik yıllarda adı geçen üç yerde düzenlediği eğitim seminerlerine zorunlu katılmak durumundaydım. Bu tip zorunlu seyahatlerin sevimsiz tarafı özgür davranma adına ne zaman ne de ortam bulunamamasıdır. Bazen de sizinle dünyaya aynı pencereden bakan arkadaş bulma güçlüğü çekilmesidir. Öyle ki topluca hareket etmek sanki mecburi bir davranış biçimi haline gelir, bireysel davranış yoksunu haline dönüşürsünüz. Bu handikaplar da benim gibi kaşif ruhlu biri için bir hayli zorlayıcıdır. Buna rağmen her üç yerde de kendi ruh dünyamı besleyecek kültürel ve sanatsal yolculuğu gerçekleştirmeyi başarmışımdır.

Örneğin Antalya da beş yıldızlı bir otelde yaklaşık üç yüz meslektaşım ile sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki seanslı ama neredeyse tüm günü işgal eden seminerdeydik. Yüzde doksan beşi erkek olan meslektaşlarım otel içinde ya da yakınındaki çay bahçelerinde toplu olarak zamanlarını değerlendirirken benim Antalya nın bilmediğim yerlerini keşfetmem ve özellikle Karaalioğlu parkında çay keyfi yapıp, geçmiş anıları yaşayıp, tüm gün sıkıcı mevzuatlarla karartılan ruhumu arındırıp döndüğümde meslektaşlarımın bıraktığım yerde hala okeye devam etmelerine onlar adına üzülmüş, neler kaçırdıklarının farkında olmamaları enteresan gelmiştir.

Bu bireysel keşiflerimin bir gününde eskiden görmediğim, yapılan restorasyonlarla müthiş bir cazibe merkezi olmuş Kaleiçi bölgesini keşfettim. Gördüğüm her konak, tarihi ev müthiş bir mutluluk veriyordu. Allah kalbine göre versin şeklinde güzel bir sözümüz vardır ya aynen bu temenni de olduğu gibi Kaleiçi ni gezerken bir resim sergisinin açılış kokteyli içinde kendimi bulmamı, ressamlarla tanışmamı, diğer sergilerden haberdar olmamı, “kalbime göre verilen armağanlar '' olarak kabul ettim.

Gördüğüm her şeyin kalıcı olması için ne kadar çok fotoğraf çektiğimi hatırlıyorum. Ana cadde üzerindeki tarihi roma kalıntıları yanında uyuklayan, yılların yorgun savaşçısı, ayakkabı boyacısı, yaşlı amca kendisini fotoğraflayarak ilerde yaptığım bir yağlıboya resmimin kahramanı olduğunu ne yazık hiçbir zaman öğrenemedi.

Bir kez de yine Antalya merkezdeki büyük bir otelde yapılacak zorunlu seminere “ İstanbul dan araba ile gezerek gidelim '' şeklinde öneriyle, iki yıl önce rahmetli olan çok sevdiğim meslektaşım Nazif dışında Ahmet ve Osman üstatları da alarak eğlenceli bir seyahat gerçekleştirdik. İstanbul, Antalya rotamızı şöyle çizmiştik; öğle yemeğimizi İnegöl de, akşam yemeğimizi bir gece konaklayacağımız Afyon da yiyecek, ertesi sabah çayımızı Kütahya da içip, öğle yemeğimizi Isparta da gerçekleştirecektik.

İnegöl ün neden köftesi bu kadar meşhurdur? sorusuna yanıtı bizzat burada yediğim öğle yemeğin de buldum. Gerçekten nefisti. Ancak İnegöl ün sadece köftesinin değil, yoğurdu ve ekmeğinin de çok lezzetli olduğunu fakat ne yazık köftenin şöhretini yakalayamadıklarına üzüldüm. Madem Afyon da kalacaktık, o halde bir kaplıca otel olmalıydı dedik ve güzel bir yer bulduk. Akşam yemeğimizi açık büfe olan restoran da alıyorduk. Güzel menü sonunda sıra tatlı yeme faslına gelinmişti. Benim dışımda üç arkadaşında şeker hastası olması yüzünden onca çeşit tatlıyı utana, sıkıla ve çekine, çekine tabağıma koyarken, “acaba onlara göstermeden başka bir yerde bitirip, öyle mi masaya gitsem? “ düşüncesi bile aklımdan geçerken, masaya geldiğimde bu üç şeker hastası arkadaşın tabaklarında benden fazla tatlı olmasına dondum kaldım. “Yahu. Siz mi, yoksa ben mi şeker hastasıyım? anlamadım ki, sizin yüzünüzden az daha yemeyecektim“ dememe hepimiz çok güldük. Oldukça kuralcı ve prensipli üstatların bu davranışları, bende seyahatin mutlulukla birlikte biraz çocuk kimliğimizide ortaya çıkardığı kanaati oluşturdu. Bu durumla daha sonraki yıllarda gezi sorumlusu olarak gerçekleştirdiğim seyahatlerde sık sık karşılaşacaktım.

Ertesi gün ilk çay molasını Kütahya da yaptık. Burasıda bir Kastamonu şehri gibi hak ettiği ünü yakalayamamış şehirlerimizdendir. Kısa bir şehir turu sonrası şehrin çok düzenli, temiz, bakımlı olması bizi çok mutlu etti. Şehir meydanında oturduğumuz çay bahçesi bana hiç yabancı gelmedi. Bir anda Biga, Bursa kültür park, İzmit, Ankara gençlik parkındaki çay bahçelerinde arkadaşlarım ve ailem ile yaptığımız keyifli sohbetler çocukluk ve gençlik hallerimiz film şeridi gibi aktı. ilk defa geldiğim bu çay bahçesinde sanki defalarca bulunmuş hissine kapıldım. Sanırım bu duyguya kapılmamdaki en büyük etken deniz olmayan bu yerlerdeki, suyu ikame eden havuz ve fıskiyelerden çıkan su sesleri ve klasik desenli masa örtüleri idi.

Öğle yemeğini planladığımız gibi Isparta da yemeğe karar verdik. Bir arkadaşın önceden bildiği fırın tandırı ve şırası meşhur olan bir esnaf lokantasına geldik. Metal maşrapalarla şıra içme ilginç geldi. Çocukluğunda şadırvanlara asılı herkes su içtiği annemin bana “sakın onlardan su içme, avucunla iç “ şeklindeki tembihini hatırladım.

Tandır muhteşemdi. Ama Bitlis te tok olmama rağmen iki porsiyon yediğim tandırdan üstün değildi. Ayni ekip ile Antalya daki seminer sonrası Belek ve Olympos u keşfimiz ile de merak ettiğim iki önemli yeri de görmüş oldum.

Zorunlu seminerlerle istediğim özgürlükte değerlendiremediğim Antalya ya kısa süre sonra bu kez eşimle geldik. İlk uğrağımız Arkeoloji müzesi oldu. Arkeolojiye merakı olanları tatmin edecek bir müze olması ve batı standarlarında olması bizleri gururlandırdı. Tekne ve fayton turlarımızdan sonra bir kez daha Atatürk ümüzün kaldığı şimdilerde müze olan binayı, Konyaaltı nı, Kaleiçi ni, Çarşıyı detaylı gezdik.

Sohbet ettiğimiz Antalyalılardan öğrendiğimiz, köfte ve tahinli kabak tatlısı ile ünlenmiş lokantanın haklı övgüleri almasına şaşırmadık. Bir gün şehir içinde gezerken saat kulesinin yanına kurulmuş Kızılay çadırındaki hemşireler beni kan vermeye davet ettiler. Daha önce birkaç kez kan verdiğim ve bunun hem sağlığıma hem ruhuma çok iyi geldiğini bildiğimden tekliflerini kabul edip kan verdim. Ertesi gün gelen ve yıllarca düzenli gelmeye devam eden mesajı her aldığımda hem mutluluk duyarım hem de Antalya yı hatırlarım. "BİR HASTAYI KURTARDINIZ"

Serdar Taştanoğlu

Dragos Musıki Derneği Başkanı

19 Eylül 2016 Pazartesi

 

 Yorumlar

NURAN BULUT 

Antalya 10.10.2016

Antalya sevdiğim tatil yerlerinden biridir her yeri bir başka güzel siz de çok güzel anlatmış ve fotolarla daha da canlandırmışsınız ,tahinli kabak tatlısına takıldım normalde tahini sevmem kabak tatlısı favorimdir merak ettim tadını rastlarsam deneyeceğim . :)

NÜKET KARAASLAN 

Antalya, Side, Manavgat, Alanya Anılarınız 09.10.2016

Kaleminize ve yüreğinize sağlıklar dilerim...

SAADET KıLıÇASLAN 

Mükemmel 06.10.2016

Antalya da sandım kendimi okurken tebrik eder başarıların devamını dilerim diğer makalelerinizi de gördüm onları da okuyacağım devamını beklerim

AYŞE MUMCU 

.. 04.10.2016

Yüreğinize sağlık

SUAT YıĞMATEPE 

ÇOK GÜZEL VE HARİKA 25.09.2016

SEVGİLİ KARDEŞİM BEN DE 1970 ANTALYA MERKEZ ORTAOKULU MEZUNUYUM.YAZINIZI ZEVKLE OKUDUM.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri