SİYAH KOT
Bir ömür boyunca hepimizin yaşadığı acı, tatlı, ekşi, tuzlu binlerce anı bulunur. Tüm bu tatlar hayatımızın renkleridir. Hayatımız adeta bir soyut ressamın yarattığı, bir renk cümbüşün yer aldığı tablo gibidir. Bu tablodaki renkler içinde elbette siyah ve siyahın tonlarının temsil ettiği “acı olaylar” da yer alır ve o kara renklerde hayat tablosunun olmazsa, olmazlarıdır. Ancak, ne yazık ki bazılarının “hayat tablosunda” bu renk skalasında siyah ve siyah tonları tablonun çok büyük kesimini kaplar ve bunların temsil ettiği büyük, çok büyük acılar yer alır. Böylesi tablolara sahip olanlar, mutlulukla tebessümle ortaya çıkarıp seyretmek, gururla göstermek duygusunda olmadıklarından beyin ve yürek galerilerinin içinde onu sarmalayıp, saklayarak verdiği acının ya da acıların küllenmesi için “zaman” denilen sabır tünelinde beklemeye almak durumundadır. Acı olan şu ki günümüzde özellikle şark toplumlarında bu siyahın ağırlıklı yer aldığı tablolara sahip olanlar küçümsenmeyecek çoğunluğa ulaşmıştır. Kimsenin hayatında böylesi tabloların olmamasını, oluşmamasını dileyerek renklerin dengeli olduğu soyut tablolara dönelim.
Hayatlarımızı sembolize eden bu soyut tablolarda yer alan ilk renklerin zaman içinde farklı renklere dönüştüğünü şaşırarak görebilirsiniz. Zamanında siyah veya gri olarak tablonuzda yer alan bir hadiseyi temsil eden rengin yıllar sonra artık siyah veya gri tondan çıkıp belki bir mora belki bir pembeye dönüştüğünü şaşırarak görebilirsiniz. Bunun nedeni de tabloyu izleyen gözlerimiz ve beynimizin yıllar içinde olayları değerlendirmede elde ettiği tecrübe, değişim, alışkanlık ya da olgunluk gibi yeni kriterlere sahip olmasıdır. Otuz yıl önce sizin için siyah olan bir hadiseye bugünün gözlüğü ile baktığınızda artık siyah değil belki sarı belki de pembe görebiliriz.
İşte benim sizlerle paylaşacağım çocukluk zamanında bana o zaman çok siyah gelen beni çok üzen ve kızdıran bir hadise iken birkaç yıl sonra sanırım olaya olgunluk ve empati ile bakmam sonucu sarı renge dönüşmesinin hikayesidir.
Bu anının önemi, benim tablomdaki renk değişimine maruz kalması değildir. Zamanında çocuk dünyama siyah olarak girmiş ve beni üzmüş olmasıdır. Ki bu özellikle “gerçek eğitimci” olmak isteyen ya da “nasıl iyi başarılı eğitimci olurum” diyenler için önemli bir derstir.Çocukların güzel mutlu dünyasını yıkmamaya özen göstermeyi öğrenmelidirler.
Babam bu ülkenin çile çekmiş ama bilinçli girdiği ve severek yaptığı eğitimcilik mesleğinin getirdiği zorlukları yılmadan aşmış ve ilkokul öğretmenliği ile başladığı eğitimcilik serüveninde Öğretmen, Müdür, Müfettiş, Başmüfettiş, Ortaokul öğretmeni, Lise öğretmeni, Milli eğitim müdürü, Bakanlık şube müdürü, teknik yüksekokul eğitim görevlisi, Daire başkanı, Genel müdür yardımcısı, Genel müdür başyardımcısı, Genel müdür, Uzman gibi bir çok değerli makamda hizmet etmiştir. Değerli bir eğitimcinin çocukları olmamız bizlere asla bir şımarıklık, rahatlık getirmemiş, bilakis daha fazla sorumluluk ve azim ile başarılı eğitim hayatlarına sahip olmamızı sağlamıştır. Örneğin okul arkadaşlarıma kendileri öğrenmediği sürece asla “benim babam müfettiş”, benim babam milli eğitim müdürü” ya da “benim babam Genel müdür” dememişimdir. Lise sonrası macera olması adına iki sevdiğim arkadaşımın çalıştığı matbaa da, onlarla olmak farklı bir atmosferi yaşamak adına birkaç ay “gece gazetesi baskısı ” için matbaa mücellitliği işine talip olduğumda, sanırım patrona "babamın o sırada genel müdür olduğunu" söylemiş olsaydım, böylesi cüzi bir rakama gece işinde çalışmamdaki sebebi anlatamaz. Hatta o işe girme gerekçelerimden biri olan arkadaşlarımın ballandırarak anlattığı gece alkol almayı seven patronun çoğu kez coşarak tüm gece personelini sık sık gece kulübüne götürmesi olduğunu itiraf etmem bile onu ikna etmeyeceği gibi ters tepebilecekti. Yine üniversitede iki yıla yakın plasiyerlik (pazarlamacılık) yaptığımda patron dahil kimsenin ailem hakkında bilgi sahibi olmadığı gibi evde de yaptığım işi detaylarını bilmemekteydi. Oysa evden yeterli harçlığım verilmesi yanında Rahmetli halam Bursa’dan asgari ücrete yakın bir harçlık göndermekteydi. Benim amacım paradan ziyade çalışmak, macera, insanlarla iç içe olmak, yeni insanlar ve ortamlar tanımaktı.
Malatya, Urfa, Çanakkale sonrası Biga’ya gelmiş, iki yıl orada yaşadıktan sonra tayinimiz İzmit’e çıkmıştı. “Tayinimiz” ifadesini özellikle kullandım. Zira “tayin” adı verilen kavram bir memurun bir yerden başka yere göreve gönderilmesi şeklinde basite indirgenmeyecek genel bir kavramdır. Tayin edilen kişinin ailesi varsa tüm aile fertleri için yeni birer sayfanın açılışı, o sayfalarla ailenin her fertlerinin sosyal, kültürel yaşantısına, alışkanlıklarına doğrudan dokunulması demektir. Bu nedenle bu hadise bizim içinde sadece babama gelen bir görev emri olmaktan çıkıp, tüm ailenin görev emri haline geliyordu. Her tayin haberini aldığındaki ruh hallerim bugün bile gözümün önündedir. Bu ifademle sadece tayinin getirdiği ayrılık iklimini kastedip bir tramva yaşadığımız sanılmasın, tayin kavramı elbette olumsuz duygular yaşatsa da yeni yerler, yeni dostluklar, yeni keşifler yaşayacağımızın habercisi olarak da büyük mutlulukta ve heyecanlar getirmekteydi.
Bizler yani tüm aile fertleri öyle mekanize olmuştuk ki birkaç yılda bir gelen tayin haberini alır almaz, herkes gerçekleştireceği görevleri bilen askeri birlik timinin bir seferberlik emri almışçasına işbaşı yapmasına veya bir anda düdük çalmış bir komutandan gelen emir ile taarruza geçen askeri birlik gibi yapacağımız görevlerimize başlardık. Kimimiz "bardaklar" gibi kırılacak şeyleri, gazetelere sarıp kutulara koyma, kimimiz kumaş ve giysileri katlayıp denk yapılmasına yardım etme, kimimiz çiçekleri korumaya alıp kutulara koyma, kimimizde büyük eşyaların kamyona taşınmasına hazır hale getirmek işinde yardıma geçerdi.
Tayinlerin sıkça gelmesi nedeni ile mi yoksa bütçemiz nedeni ile mi bilmiyorum tüm ev eşyalarımız en pratik şekilde, taşınmaya uygun modellerden seçilmişti, katlanan masalar, iç içe geçen sandalyeler, sehpalar, iç içe giren dolaplar, sandıklar gibi...........
Ne yazık günümüzün nakliye şirketleri o yıllarda olmadığından tüm tedbirlerimize rağmen her tayin sonrası naklolan eşyalarımızda hasar ve kayıplar kaçınılmazdı. Bunlara ait hiç unutmadıklarım arasında şu an sizlere aktardığım İzmit tayinimizden, iki tayin öncesi yani Urfa’dan Çanakkale’ye tayinimizde gerçekleşmişti. Urfa’da kaldığımız üç yıl boyunca alıştığımız Urfanın yöresel peyniri ve tereyağından anında vazgeçememek adına babamın her ikisinden de birer teneke yaptırmıştı. Ancak tereyağ tenekesinin kamyonda bir şekilde delinmesi sonucunda eriyip akan tereyağının, çok sevdiğimiz bir battaniye ve yatağa bulaşması sonucu o tereyağ kokusunun ne kadar yıkanırsa yıkansın neredeyse on beş yıl battaniyeden çıkmamasını anımsadım.
Biga’dan İzmit’e tayin haberimiz geldiğinde neden bizimkilerin, bir ay önce okulun mehter takımına seçilmeme rağmen “ gelecek yıllarda burada olmayabiliriz, boş yere elbise yaptırmış, olmayalım” demelerinde ne kadar haklı olduklarına bu tayin haberi ile o an tam olarak ikna olmuş, o sırada yaşadığım burukluğum tamamen ortadan kalkmıştı.
İzmit neresi? diye ilkokul Atlasımdaki Türkiye haritasına bakıp ilk mukayesemi İstanbul’a yakınlığı ile yapmış ve bunun getirdiği büyük bir sevinç olmuştu. Aşığı olduğum, doğduğum şehir, tüm sevdiğim akrabalarımın olduğu ve zaten nerede olursak olalım en az dört aya yakın tatil süremizde yaşadığımız şehir, İstanbul İzmite çok yakındı. Çünkü İstanbul benim “kabe”mdi.
Anneme bunu paylaştığımda bana Babama uygun İstanbul’da kadro olmadığı için en yakın yer İzmit’e tayinimizin çıktığını, böylece bir saat uzaklıktaki İstanbul’a yakın olma şansı yakalamış olarak Annanemle daha sık görüşebileceğimizi söylemesi üzerine annemle kucaklaştık.
İzmit’e geldiğimizde şehrin benim üzerimdeki ilk intibaı çok sevimli ve çok ilginç bulduğumdur. Daha önce yaşadığımız şehirler hep düz platolar üzerine kurulu olduğundan İzmit’in tepeler üzerinde kurulu olması ve şehrin içinden tren geçmesi çok ilginç gelmişti. Tren her çocuğun dünyasında yer alan sevimli bir araç olduğundan günde birkaç kez yolların kapanması, geçitte beklenmesi sanki trenin geçişine saygı durmak gibi geliyordu ve hayranlıkla izliyordum.
Aslında bir büyünün içine girdiğimin ve neredeyse 50 yıl İzmit’ten asla uzak kalamama gibi çok kuvvetli bir bağın oluşmakta olduğunu o zaman nereden bilebilirdim ki.
Hızırreis ilk okuluna başladım. Denizi sevmem deniz ile ilgili tarihi ve komutanları bilmem nedeniyle “Hızırreis” isminde bir okula başlamak gurur vericiydi. Üstelik o güne kadar her yerde hatta İzmit’te bile siyah olarak giyilen öğrenci önlükleri bu okulda maviydi. Mavi en sevdiğim renk olduğundan bu bile sanki bana birilerince uygun ortamın oluşturulmaya çaba gösterilmiş gibi geliyordu.
Bir bayan hocanımın sınıfına verildim. Bu hocanım çok tonton ve çalışkan bir öğretmendi. Zaman içinde evlenmediğini, içinde bulunduğumuz o yılların geleneği dikkate alındığında, evlenme çağını bir hayli aşmıştı. Klasik eğitimler yanında sosyal olaylarla pişmemizi, el becerilerimizin artmasını istiyordu. Kısaca bir öğretmenin vermesi gereken müfredata tabi tüm bilgileri veriyordu. Ancak eksik bir şeyler olduğunu, öğretmenin sadece bilgi aktaran değil, her konuda öğrencilerini sarıp sarmalayan hatta bir anne, baba misali şafkat ve hassasiyet göstermesi gereken olması gerektiğini yaşanan olay veya olaylar ortaya koyabilmektedir.
İlk okulu bitirmemize az kalmıştı. Yıl sonunda sergilemek üzere folklor gruplarına seçmeler yapılmıştı. Dans konusunda çok yetenekli çok haraketli bir çocuk olduğumu söyleyemem, biraz “ağır abi tarzı” çocuktum. Örneğin asla güvercin takla denilen taklayı asla atamamışımdır. Biraz erken mi erkek tavırlarına girmiştim yoksa o güne kadar beş farklı şehir içinde doğulu, batılı değişik yapıda farklı arkadaşlar, farklı insan kitleleri , farklı adetler yaşamam, oysa ailede bunlardan ayrı İstanbul-Kıbrıs kültürü görmemden dolayı mı olgunlaşmıştım, bilemiyorum.' Şimdi çok güldüğüm bir basit çocukça hadiseye belki sizde güleceksiniz. Gerek folklor gerek beden eğitimi derslerinde soyunup eşofman giyerken normal olarak iç çamaşırlarımızla kalırken bugün çok moda ve yaygın olan slip tarzı külotlara o tarihlerde gıcık olduğumdan Rahmetli anneme “bana sakın kız külotu gibi külot alma, asla giymem.” demem karşısında Kadıncağız çok şaşırmış. “ Oğlum neden, ne oldu ki? çocuklar hep bunu giyiyorlar. Yoksa sınıftaki erkek arkadaşların giymiyor mu” sorusuna “Giyen çok ama ben hoşlanmıyorum. Bana kız külotu gibi geliyor. Benimkileri ablama ver artık giymeyeceğim. Bana şort tipi siyah külot al yada diktirt.” şeklindeki ültimatomuma anneciğim çokşaşırmış. Üzülmemem için bir terziye yeteri kadar sayıda ve talebim doğrultusundaki külotlardan diktirtilmişti.
Yine o yaşlarda kısa pantolon, çocuklar için oldukça doğal olmasına rağmen iki senedir yaz aylarında kısa pantolon giymek istemiyor, uzun pantolonla dolaşmak hoşuma gidiyordu. İlkokulda saç modeliyle meşhur "Kuzey Vargın" isimli artistin saçına benzetmeye çalışıyordum. Demiryolunda şimdiki İş bankasının yan sokağındaki Babamın berberine gittiğimizde, babamın berbere saç kesimim için “alabrus olacak “demesine sinir oluyor, babam duymayacak şekilde "Berber amca, biraz üste kalsın, Kuzey Vargın tipi yani " dememe berber kahkahalarla gülüyor “ Oğlum parayı baban verecek, onun talimatına karşı gelmeyelim”i ekliyordu.
İşte böylesi bir ruh halinde ergenlik belirtileri gelmeye başlayan bendeniz, içinde olduğum folklar grubu ile şimdiki Seka park içinde kalan "kapalı spor" salonunda gösteriye çıkacağımızın haberini hocanımdan aldık. Hocanım“ çocuklar kapalı spor salonu birkaç bin kişinin izleyeceği bir yer, bizim dışımızda okuldaki diğer sınıflarında etkinlikleri orada olacak. Biz çok iyi olmalıyız. Herkes anne, babasına söylesin o gün erkek çocuklar siyah kumaş pantolon, beyaz gömlek giyecek, ayaklarınızda siyah ayakkabı olacak” dedi. Kızlara da sanırım daha renkli giysi tarifi yaptı.
O heyecanla eve geldim akşam annem ve babamın bulunduğu ortamda öğretmenimin mesajını anons ettim. “ On beş gün sonra kapalı spor salonunda giymek üzere siyah pantolon, beyaz kısa kollu gömlek, siyah kemer ve siyah ayakkabı isteniyor.” Annem babam birbirlerine baktılar. Babam “ Yavrum; dediğin tarihte okullar kapamış oluyor ve senin şu girdiğin kolej burs sonucuda gelmiş olacak. Belki kazanmış olursan Ankara’ya gidersin. Bildiğim kadarı ile kolej kıyafetinde siyah pantolon yok. Eğer İzmit merkez ortaokuluna gidersen, orada da okul pantolonları gri renkte. Şu durumda bu siyah pantolonu bu gösteri için sadece 15 dakika için giymiş olacaksın. Ya da bir başka bir sene giyebilirsin ki oda mümkün değil. Çünkü her yıl büyüyorsun, bir önceki kıyafetlerini asla kullanamıyorsun. Yinede biz biraz düşünelim " dedi
Ben çocuk aklımla büyüklerin hesaplarına müdahil olma lüksüm olmadığından konu orada kaldı ve zaten bir süre sonra unuttum. Ta ki gösteriye iki gün kala kadar. “Anneciğim ; şu siyah pantolon, kemer ayakkabı, gömlek işi nolacak “ dedim. Annemde “ Evet seninle bugün alışverişe çıkacağız. Biz şöyle düşündük . Sana siyah kot pantolonu alacağız. Gece vakti orada kimse kot mu? kumaş mı? seçemez. Halk tribünlerden seyredecek zaten sizde hareket halindesiniz. On beş dakika için üç kot pantolon fiyatı tutacak kumaş pantolona gerek yok. Zaten sen yazın kısa pantolon giymek istemiyorsun. Böylece istediğin gibi uzun kot pantolon giymiş olursun.” şeklinde düşüncelerini aktardı. Ne diyebilirdim ki. Çocuk aklıma rağmen son derece bilinçli mantıklı bir açıklama olduğuna ikna oldum. Hatta kısa pantolon giymeme ısrar etmeyecekleri için bu teklif hoşuma bile gitmiş, mutlu olmuştum.
Okul bitmiş. Karneleri almıştık. Başarılı bir öğrenciydim. Ancak henüz kolej sınav sonucum gelmemişti. Çok mutluydum, yaz tatiline giriyordum. Kapağı İstanbul’a atacak en az üç ay İstanbul’umda olacaktım.
Gösteri günü geldi. İster istemez bir heyecan başladı. Annem, babam, ablam, kardeşim hep birlikte kapalı spor salonuna yola koyulduk. Siyah kotumu , üstüme beyaz gömleğimi giymiş, saçlarımı limon suyuyla azda olsa Kuzey Vargın stiline sokmuştum. Gören “oooo bu ne yakışıklık “ diyordu. Böylesi iltifatlara hangi yaşta olursan ol çok mutlu olunurdu.
Bizimkiler tribünlere geçtiler. Bende heyecanla spor salonunun kulis kısmına geçtim. OO herkes oradaydı. Kızlar, erkekler sanırım herkes gösteriye hazırdı. Oda ne !!!Hocanımın gözleri yuvasından çıkarcasına bana bakıyordu. Birden avazı çıkıncaya kadar bağırmaya başladı. “Bu ne ya, Bu ne rezalettir böyle. Ben siyah kumaş giyilecek diyorum, kalkıp kotla geliyorsun. Bu kendini bilmezlik nedir, bu utanmazlık nedir. Bu cüret nereden. İşi ucuza getirme mantığı mı! Bu istediklerimi alanlar aptal mı ?” Aman Allahım neler sayıyordu. Hani derler ya “yer yarılsaydı da içine girseydim” yada “kuş olup uçsaydım”. Tüm oradakilerin gözü bende beni yukardan aşağı süzüyorlardı, şaşıran vardı, tebessümle bakan, acıyarak bakan, hatta gülen vardı. Bacaklarımın titrediğini, durduramadığımı hatırlıyorum. Ancak erkeklik bünyeye gelmiş ya ağlamamak için elimi sıkıyorum. Neredeyse parmaklarım avcumun içine girecek. Ne yapacağımı bilemeden on dakika öyle kala kaldım. Bağırması ile yeniden toparladım. “Geç yerine.” Tüm neşem, heyecanım bitmişti. Nasıl oynayabilirdim ki, sanki ayaklarıma zincirle ağırlık bağlamışlardı. Yerinden kalkmıyorlardı. Ellerim buz gibiydi. Bu ellerle yanımdaki iki kızın elini nasıl tutabilirdim. Sanırım ilk şefkat desteği onlardan geldi. Ellerimi onlar sıkı sıkı tuttular. Her ikisinin ellerinden sanki “üzülme senin yanındayız” mesajı akıyordu. Kimsenin yüzüne bakamıyordum ki gözlerim hep yerdeydi. Sanki bir cüce olmuştum. Küçücüktüm, öyle hissediyordum hatta “daha da küçülsem kimse beni farketmese” diyordum. Müzik eşiliğinde sahneye çıktık. Ben mi çıktım, ruhum mu çıktı. İnanın hiç ama hiç bir şey hatırlamıyorum. Sonradan anlatıklarına göre bizimkiler kendilerini göstermek için neler yapmışlar. “ hiç bakmıyordun ki, İnsan bir an başını çevirir, bakar. Nasıl heyecanlandık” dediklerinde. Ben de onlara “ o sırada oynayan "Serdar" değildi ki, kimdi? bende bilmiyorum. Ben oynadığımın ve gösterinin ne zaman bittiğinin farkında bile değildim” diyemedim.
Kulise girer girmez anında oradan kaçtım. Resmen kaçtım. Ne hocanımı ne diğerlerini görmeye bir saniye bile tahammülüm yoktu. Bizimkilerin yanına da gitmedim. Doğruca kendi başıma eve döndüm. Bizimkilere bir şey söylemedim. Bunu yıllar sonra anlattığımda bile babam çok sinirlendi. " İyi ki o sıralarda söylememişim, aksi takdir de Hocanım yanmıştı" diye düşündüm. Aradan bir hafta geçmişti. Evimize gelen posta bir önemli haberi müjdeliyordu. Girdiğim Yükseliş koleji yatılı burslu sınavını kazanmıştım. Lise son sınıfa kadar burslu okuma hakkını elde etmiştim.
Bu bir taşra öğrencisi, bir orta gelirli memur ailesi için piyango ikramiyesi gibi bir olaydı. Haber Hızırreis ilkokulunda bomba etkisi yarattı. Hocanım çok mutlu olup, kendine pay çıkartmış “ Benim öğrencim” diye her yerde hava atıyormuş. Ancak veda etmek için bile gitmedim. Onu affetmem bir yıl sürdü. Yükseliş Kolejindeki başka bir öğretmenin benzer davranışı sonrası sanırım " lanet olsun. Bunların hepsi ayni mi” dedirtti, bilmiyorum. Affettim onu. Hatta Üniversite sonrası İzmit’e tayinim çıkmıştı. İlk işim Hocanımdan başlamak üzere tüm öğretmenlerimi bulmak oldu. Bir kısmını buldum. Bulduklarım içinde bu Hocanımda vardı. Çiçek yaptırıp, evine gittim. Önce beni tanımadı sonra tanıtınca ağlayarak boynuma sarıldı. Saatlerce sohbet ettik ama asla o geceden bahsetmedik. Ben unutmamıştım ama acaba oda hatırlıyor mu? diye düşünmeden edemedim. Ancak hocanım yaşlı tonton biri olmuştu. Yalnız yaşıyordu. Haline üzüldüm. O tatsız olayı konuşmaya bile gerek yoktu. Zaten şu sözü yetmişti
Bunca mezun ettiğim öğrencim içinde sen dahil üç kişi beni unutmamışsınız,
"Benim hakikatli yavrum, gel seni bir daha öpeyim" ………………….
Serdar TAŞTANOĞLU
28.06.2020
Yazarın Diğer Makaleleri
- 21 Haziran 2024 CAIRO CONCERT AND TRAVEL NOTES
- 18 Temmuz 2023 MASAL DİYARI JEİTA BEYRUT ANILARIM
- 29 Mayis 2023 HÜLYA, BOĞA KUYRUĞU KEBABI VE DON KİŞOT-2
- 02 Mayis 2023 İSTANBUL ANILARIM IV
- 02 Mayis 2023 İSTANBUL ANILARIM III
- 19 Eylul 2016 BİR HASTAYI KURTARDINIZ
- 05 Ekim 2022 BİR KURABİYENİN PEŞİNDEN
- 05 Agustos 2022 KIBRISLIM, AŞKIM (Ömer Lütfi Taştanoğlu Anısına)
- 07 Mayis 2022 CANIM ANNEME VEDA
- 13 Ekim 2021 İNGİLTERE ANILARIM 1
- 20 Mayis 2021 AZERBAYCAN ANILARIM 4 BAKÜDE SON GÜNLER
- 10 Mayis 2021 AZERBAYCAN ANILARIM 3 TARİHİ TÜRK ŞEHRİ ŞEKİ
- 16 Nisan 2021 BİZİMKİ BİR AŞK HİKAYESİ
- 18 Mart 2021 AZERBAYCAN ANILARIM II BAKÜ
- 08 Mart 2021 AZERBAYCAN ANILARIM I
- 17 Ocak 2021 HIZIR
- 03 Agustos 2020 AHMET, FRANSIZ GUYANASI VE KİBİR
- 12 Temmuz 2020 KEMER
- 03 Temmuz 2020 KORKU ,ÖZÜR, SELAM
- 28 Haziran 2020 SİYAH KOT
- 13 Haziran 2020 SARI, KOCA GÖBEK, SARIEFE VE PUDİNG
- 05 Haziran 2020 NEFES ALAMIYORUM I CANT BREATHE
- 04 Haziran 2020 ÇEVRE BIKMADAN USANMADAN DÖVDÜK ONU HEM DE EVİRE, ÇEVİRE
- 31 Mayis 2020 BU GÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM
- 18 Mayis 2020 18 MAYIS KIRIM SÜRGÜNÜ ANISINA
- 16 Mayis 2020 TANRININ TÜRK MİLLETİNE LÜTFU
- 20 Nisan 2020 KOMPOZİT
- 27 Mart 2020 SICAK LAHMACUNLAR
- 12 Aralik 2015 Şefkati дядя (русская версия)
- 27 Aralik 2016 OUR PASCAL
- 06 Subat 2019 PRİZREN KAHRAMANLARI II
- 30 Ocak 2019 PRİZREN'İN KAHRAMANLARI I
- 27 Agustos 2018 HOŞGELDİN BABACIĞIM II
- 14 Temmuz 2018 HOŞGELDİN BABACIĞIM I
- 14 Mayis 2018 İSTANBUL ANILARIM IV
- 13 Nisan 2018 İSTANBUL ANILARIM III
- 09 Ocak 2018 İSTANBUL ANILARIM II
- 02 Aralik 2017 İSTANBUL ANILARIM I
- 26 Agustos 2017 CAN ÇEKİŞEN ADA ATLARI...
- 21 Agustos 2017 DESPİNA, EVDOKSİYA, ANASTASYA, KATRİN, MARİ,BAJRAKLI CAMİJE
- 04 Agustos 2017 KAPTAN MR. DİK
- 20 Temmuz 2017 HVALA SARAYBOSNA
- 06 Mart 2017 HÜLYA, BOĞA KUYRUĞU KEBABI VE DONKİŞOT 1
- 20 Aralik 2016 ŞİŞLİLİ TALİN'DEN … TALİNDEKİ MARİKA'YA
- 28 Kasim 2016 PERSONEL ÇALIŞTIRMAYAN GÖZDE OTEL
- 21 Ekim 2016 KRALİÇE'NİN BALIĞI-2
- 14 Ekim 2016 KRALİÇENİN BALIĞI
- 19 Eylul 2016 BİR HASTAYI KURTARDINIZ
- 05 Eylul 2016 MEZARLIKTA HATIRA FOTOĞRAFI
- 20 Agustos 2016 EVİMİZ MÜSAİT BURADA KALIN.
- 06 Agustos 2016 BİSİKLETLİ MİLLİ EĞİTİM BAKANI VE SARHOŞ GEYİKLER
- 15 Temmuz 2016 ALEPPOLU İSMAİL
- 27 Haziran 2016 BURADA KALSANIZ OLMAZ MI ?
- 30 Mayis 2016 OTOBÜSTEN AŞAĞI İNSİN...!
- 30 Nisan 2016 MR BENTHEİM VE SAADET ABLA
- 02 Nisan 2016 MASAL DİYARI JEITA
- 13 Mart 2016 CANIM ANNEME VEDA....
- 05 Mart 2016 DUBLİN'DE YANIK SESLİ KIZIMIZ ASLI STOKES
- 15 Subat 2016 EFE, VENEDİK-TRİESTE-RİJEKA-ZAGREP
- 27 Ocak 2016 MR FESSBENDER
- 22 Ocak 2016 ÖN YARGI
- 12 Ocak 2016 VANLI GÜZEL KARDELEN
- 03 Ocak 2016 ZEYTİNBURNULU AUDREY ALANYALI PHİLİP
- 27 Aralik 2015 BİZİM PASCAL
- 17 Aralik 2015 RESİM ÖĞRETMENİM
- 12 Aralik 2015 ŞEFKATİ AMCA
- 05 Mart 2016 MUSIKİ DERNEKLERİNİN SORUNLARI 1
15 Yorum
İnci Erdoğan Bl
29 Haziran 2020Halit Çalışkan
29 Haziran 2020Tuğba Aydın
29 Haziran 2020Suna Gülgüden
29 Haziran 2020Umran özbey
29 Haziran 2020Ayşe gücün
29 Haziran 2020Yeşim Bülbül
29 Haziran 2020Aylin Tamakan
29 Haziran 2020Nilgün tezer
30 Haziran 2020Ceyda Çiltaş
30 Haziran 2020Gülten Aydeniz
30 Haziran 2020Ayşegül Açıkell
01 Temmuz 2020Bingül Oğuz
01 Temmuz 2020Sonay Ovissi
03 Temmuz 2020Veysel Özyurt
04 Temmuz 2020