BİR KURABİYENİN PEŞİNDEN

Sevgili Okurlarım Bir süredir müzikal faaliyetlerim ve seyahatlerimin ağır basması sonrasında da bir ameliyat hadisem ile  "Canım babam"ın vefatının getirdiği kederli günler yüzünden birbirilerimizden  ayrı kaldık. Karşılıklı çok özledik. Bu yazım yeni dönemin ve sıkı beraberliğimizin başlangıcı olsun.

Her zaman olduğu üzere içimden gelen duygulara kendimi bırakıp gördüğüm yerleri sizlerle paylaşmak istesem de Ülkemizdeki nahoş olayları da göz ardı etmemem gerektiğini düşünerek uzun süredir yayın sırasını bekleyen bir yazıma öncelik vermem gerektiğini düşündüm. Bu yazım ile hem geçmişteki bir seyahatimi sizlerle paylaşmış olacağım hemde ülkemizin son yıllarda karşı karşıya kaldığı ve bana göre tam yerini bulmuş ifadesiyle “Sessiz istila “ nın başka bir ifade ile göçmen sorunun ne kadar acı sonuçları olduğunu örnekleyen ve bir ülkenin bu acı sonuçları nasıl derinden yaşamakta olduğunu bundan öncelikle yetkililerin ders alması gerektiğini düşünerek  paylaşmak istedim.

Her ne kadar batılı ülkelerin başlarına gelen "sessiz istila" kabusunu bir zamanlar sömürgecilik yapmalarının bedeli olarak ödemelerine karşın bizim hiç bir şekilde böylesi bir istila trajedisini yaşamayı hak edecek günahımız  olmaması sadece bizi yönetenlerin tercihinden kaynaklanmasının sonucu olmasının daha da acı bir talihsizlik olduğunu düşünmekteyim.

Seyahat tutkusu bambaşkadır. Bir yaşam biçimidir Bir enerji kaynağıdır. Meraktır. Gözlemdir. İnsanı doğayı hayvanı sevmenin yer aldığı yeni dizi çekimde başrol oyunculuğudur. Bir okulda eğitime yeni başlamış okumaya olan hasreti bitmiş kardelenin mutluluğu gibidir. Her tutku gibi “gezginci ruh” genelde çocukluktan ve yaşama biçiminden oluşur ve gelişir. Sanırım bende ikisi birden bu tutkuyu var etti. Hem genetiğimdeki öğrenme, merak, insan, doğa, hayvan sevgisi ve de bunlara  ilave olmuş gelişmiş bir damak lezzet algısının getirdiği değişik lezzetlere merak ve keşif.

Babamın mesleği gereği zorunlu tayinler yer değiştirmeler, benim mesleğim gereği zorunlu dolaşmalarım görev yerlerim eğitimlerim gereği farklı yerlerdeki okul hayatım ve farklı kültürdeki arkadaşlarım ve bunlara ilave olarak yeni yerler yeni kültürler yeni tatlar merakımın pekişmesi artarak bunu tutku ile yaşantımın bir ögesi olarak tam merkeze oturtmam.

Tüm bunlar benim gezgin kategorisine dahil olmamı sağladı. Bir internet sitesinde seyahat tutkunlarının yani gezginlerin otuz civarındaki önemli özelliğini okumuş bir çoğunu kendimle özdeşleştirmiştim. Bazıları komik ama gerçekçi gelmemişti. Bana uyanları ve mantıklı olanları sizlerle paylaşmak istiyorum.

1. "Gezilecek yerler" listenizde, gez gez azalmayan onlarca şehir ve ülke vardır.

2. Bu uzayıp giden listeden gidecek yer seçmek de bir o kadar zordur tabi ki, sonuçta hepsi sizin çocuğunuz gibi tercih etmeyi zorlaştırır.

3. Seyahat etmek adına akıl almaz finansal kararlar verirsiniz fakat sorgulamaya bile gerek duymaksızın “Acil durumlar" için bir köşede biriktirdiğiniz para, çoktan "Acil seyahatler" için biriktirilen paraya dönüşmüştür.

4. Ama ne olursa olsun, sizin lugatınızda pişman olmak yoktur.

5. Ekstra bagajlar sizin için oyun bozandan başka bir şey değildir. Çünkü ne de olsa siz, tezinizi havaalanı güvenliğinden hızlı geçiş üzerine yazdınız. Ve doğal olarak bagaj beklerken harcayacak fazladan 1 dakikanız bile yok.

6. Tüm sosyal medya hesaplarınız baştan aşağı bu tarz fotoğraflarla doludur.

7. Pasaportunuzdaki damgalar, sizin için onur rozetlerinden başka bir şey değildir.

8. Gün içinde defalarca "dalıp gitmek"le suçlanırsınız. Ki çoğu zaman haklıdırlar, çünkü evinize henüz yeni dönmüşken bir sonraki seyahatinizi nereye yapacağınızı planlamaya çalışıyorsunuzdur kafanızda. Bir sonraki maceranıza kadar kaç gün tatiliniz olduğunu da ezbere biliyorsunuzdur.

9. Size turist muamelesi yapılması başınıza gelmesini en son isteyeceğiniz şeylerden biridir. Çünkü siz, kelimenin tam anlamıyla bir "gezgin"siniz.

10. İnsanlar hoşlandığınız kişiden mesaj geldiği için tebessüm ettiğinizi düşünür fakat aslında yüzünüzü güldüren, gitmek istediğiniz yer için gelen indirim bildirimidir.

11. Saklamanıza gerek yok, seyahat blogları da sizin için bir çeşit pornodur.

12. Yeni insanlarla tanışmak başınıza gelebilecek en güzel şeylerden biridir.

13. Yeni yemekleri saymazsak tabi.

14. Gezdiğiniz her şehrin ileride hatırlamak isteyeceğiniz farklı bir anısı vardır sizin için. Tekrar gittiğinizde, kendinizi evinizde hissettirecek türden anılar.

Ben bunlara bir şey daha ilave etmek istiyorum.

15.Gezgin için bir seyahatin gerçekleşmesi için illaki coğrafi güzellik kültürel ve tarihi zenginlik şart değildir. Bazen bir tek kurabiye bile seyahatin planlanması için bir etken olabilir.

Zira benim gibi çocukluğumdan beri gezmeye yeni yerler insanlar tatlar keşfetmeye odaklanmış ve yaşamın güzelliklerini bunlarda bulmuş biri için çok geçerli ve kanıtlanmış bir sebeptir ve basit bir nedenin seyahat planını oluşturmasında bazen  bir kişi , bir eser , bir tat, bir efsane  oraya gitmeme etken olmuştur. Bazen de size bu yazıyla anlatacağım Marsilya seyahatime neden olan “Navetta kurabiyesi” gibi.

Avrupa’daki iş ve turistik seyahatlerimde özellikle Fransa’ya gerçekleştirdiğim  seyahatlerde karşılaştığım  dostlarım Marsilya’da yapılan “Navetta kurabiyesi”ni öve öve bitiremiyorlardı. Hatta özellikle tanım ve tasvirini yapmak isteyen bazı Fransız kökenli dostlarım  Navettadan bahsederken neredeyse tabiri caizse ağızlarının suyunu akıtacak şekle bürünüyorlardı.

Benim gibi  künefe için Hatay'a , Baklava için Gaziantep’e, peynir tatlısı için Çanakkale'ye, Marzipan ( Badem ezmesi ) için Almanya Lübek'e, kavala kurabiyesi için Kavala'ya , Alman pastası Berliner için Berlin'e, Laz böreği için Rize’ye , Sütlaç için Sümela'ya , Tandır için Bitlis'e , Bozbaş yemek için Iğdır'a, Köfte için İnegöl’e ve Akçaabat’a gitmiş biri için yeni bir vesile doğmuştu. Neyin nesiydi bu şöhretli “Navetta kurabiyesi” . En iyi yapıldığı yerin Marsilya olduğu ve orada da en iyisini yapan fırının adı adresi de verilince zaten  Denizcilik branşında çalıştığım yıllarda Marsilya hesaplarına bakmam nedeniyle hemen hemen  hergün adı defaatlerle geçen “Marsilya” beynime nakşetmişti. Özellikle seyahat listemde önde gelen şehirlerin ortak özelliğinin  denizi olan şehirler olduğundan bu  denizcilik şehri birkaç nedenle görülmesi listemde üst sıralardaydı ama bir vesile bekliyordu. Bu vesileyi “Navetta Kurabiyesi” yarattı. Marsilya’ya uçak biletlerimiz almış, internetten tam merkezde bir otele rezervasyon yaptırmıştım. Geriye sadece hanıma  yapılacak sürpriz açıklamayla  yeni maceramızın açılış kurdelesini kesecektik. Tam planladığım gibi oldu. Hiç alakasız bir yer ve anda  eşime “Marsilyaya gidiyoruz” dedim. Benim gibi sıkı bir gezginin yaşamına ayak uydurmuş bu "akıllı kadın" beni engellemenin olanaksız olduğunu ve bunun boş yere enerji kaybı olacağını öğrendiğinden sanırım keyfini çıkarayım felsefesi ile “Yaşasın” dedi.

Havalanından şehir merkezine varmak için önce otobüs ile Saint Charles Merkez Tren İstasyonu'  geldik. Buradan metro ile otelimize yakın istasyonda inip otelimize ulaştık. valizlerimizi odamıza bırakıp üstümüzü değiştirdikten sonra önce karnımızı doyurmaya sonrada şehri keşfetmeye karar verdik.

Otelimizin konumu görülmesi gereken yerlere eşit mesafedeydi. Elimizde haritalarımız ve önceden tespit ettiğimiz bilgiler doğrultusunda görülmesi gereken yerlere bir an evvel ziyarete başlamak istiyorduk. Ancak ortada dikkatimizi çeken bir gariplik vardı. Üstü başı dökük veya kaba saba giyinmiş insanlar her yerdeydi. İlk olarak eşim bana sordu . “Burasının Marsilya'nın merkezi olduğuna emin misin? sanki şehir merkezi değil bir banliyö semtindeyiz.” Haklıydı. Bu korkunç durum benimde dikkatimi çekmişti. Haritaya bir daha baktım. Evet otel eski limana çok yakın ve  tam şehrin merkezindeydi. Ama  şaşırmakta haklıydık. Zira otelimizin Marsilya'nın merkezinde olduğunu düşünürken  otel ve çevresi ve yol boyunca gördüğümüz karşılaştığımız insanların hiçbiri Fransıza benzemiyordu. Hoş bir Fransızın tipi nasıldır? derseniz. En kestirmesinden “ Biz Ortadoğulular gibi esmer yada Afrikalı siyahi görünüme haiz tiplere  değildirler” diyebilirim. Genellikle beyaz tenli, kumral,  uzun boylu, ince yapılı tiplerdir. Oysa otelden neredeyse yarım saat boyunca yürüyerek eski liman bölgesine varana kadar geçtiğimiz caddelerden sokaklardan geçenlerle  dükkan sahipleri olarak görünenler ve içindeki müşterilerinin neredeyse tamamı Ortadoğulu yada Afrikalı siyahi insanlarla doluydu. Konuşmalarını  bazen Arapçaya benzetiyordum bazen de bilmediğim önceden hiç duymadığım diller olduğunu ama asla Fransızca olmadığını , konuşanın renginden o dilin  muhtemelen Afrika dili olduğunu düşünüyordum.

Ayrıca ortamın tipik bir Avrupa şehri görüntüsünden çıkmış olmasını bu göçmen insanların  doğdukları yetiştikleri ülkelerdeki öğrendikleri yada öğrenemedikleri beşeri davranışları temizlik,  trafik, nezaket, görgü kurallarını da beraberlerinde getirdiklerinden ve geldikleri yerin kurallarına uymak yerine, yerli halkın onların beraberlerinde getirdikleri kurallara uyması egosunun hakimiyetinden kaynaklandığı kanaatine vardık. Zira bizim kısmen Paris, kısmen Lille, kısmen Belçikanın Fransız bölgesindeki bir şehrin ambiyansını beklediğimiz Marsilya’nın üstelik birde bir Akdeniz şehri özelliğine sahip olmasını Fransız kültürü ile sentezleyerek muhteşem bir şehir olduğu  hayali kurmamızı  sağlamıştı. Ancak bu hayalimiz gezimizin ilk saatlerinde  sert bir kroşe yiyen boksör gibi ağır darbe almıştı.

Bu şehir daha ziyade Beyrut’a, Halep’e  hatta yer yer Güneydoğu Anadolu şehirlerimizi anımsatıyordu. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamaktaydık. Gördüğümüz sahneler tıpkı son yıllarda başta büyükşehirlerimiz olmak üzere yurdumuzun birçok bölgesinin, beldesinin göçmenlerin sessiz istilasına uğraması ile oluşan sahnelerdi. Gerçi Marsilya’yı gezdiğimiz ve o büyük hayal kırıklığını yaşadığımız tarihlerde ülkemiz henüz böylesi bir tehlike ile karşılaşmadığından biz Fransızlara çok acımış ülkelerinde yabancı duruma düşmüş olmalarına çok üzülmüştük. Kendi açımızdan "büyük konuşmuşuz."

 

           

Tabii ki kısa süre için gelen turistler olarak en maksimum keyfi yaşamak adına elimizdeki listede yer alan  tarihi ve turistik yerleri sırayla gezmeye başladık. Ancak önce benim aklıma virüs gibi giren ve sürekli dilime pelesenk etmem nedeni ile de hanımın aklına da o virüsü bulaştırdığım Navetta kurabiyesini bulup tatmak öncelikliydi. Kokulu Navetta kurabiyesinin ne menem bir kokuya sahip olduğunu tadının nasıl olduğunu  görmeliydik, tatmalıydık. Şayet birkaç çeşidi varsa birbirleri ile mukayese etmeliydik ve en beğendiğimizi kendimize ve eşe dosta almalıydık. Hanıma sordum “Sence nasıl bir tadı var ? Oda  “kokulu olduğuna göre vanilya kokusunun hakim olduğunu düşünüyorum” dedi Bende “Benim içime Marzipan kokusu ağır basan üstüne de bir bademin konduğu bir kurabiye doğuyor” dedim. Oda “Sen tam anlamıyla Kavala kurabiyesine benzettin ki sanmam daha farklı özellikle Fransız imzası atılmış bir kurabiye olmalı “ dedi.

Çevremizde farklı tatlar ve lezzetleri tatmayı çok önemseyen  ancak seyahat olanakları ve zamanları olmadığından armağan edilirse bu tadı denemiş olacak  bir hayli yakınlarımız ve dostlarımız olduğundan onlara götürülecek en güzel hediyenin böylesine  denenmemiş ünlü kurabiye olduğu kararıyla Navettayı çok beğenirsek dönüşte kimlere ve ne kadar alacağımızı bile planlamıştık.

Ve bir süre sonra Navetta kurabiyesi satan kurabiyecideydik. Kurabiyeler bizim çok eskiden akide şekerleri satan dükkanlardaki dizi dizi  büyük cam kavanozlarda veya süslenmiş olarak tepsilerde içinde vitrinlerdeydi. Tezgahtara iki yüz elli gram  vermesini eşimle tadına bakacağımızı söyledim. Siyahi kız kese kağıdına sanırım 8 adet kurabiye koydu. Hemen dükkanın önünde ikimizde elimize aldığımız birer kurabiyeyi ısırdık. Tadını tam almak için de şarap tadına bakan “degüstatör “misali ağzımızın içinde dolaştırıyorduk.

 

Sonuç ne mi oldu . Sıkı durun “berbat” tek kelime ile berbattı. Sanki rahmetli teyzemin nefret ettiğim “Altındamlası”  dediği   garip süslü bir şişeden süründüğü o ağır esansın kurabiyeye boca edilmiş haliydi.  Ben ikincisini bile yiyemedim. Ancak bu olumsuz durumun iki olumlu yönü oldu. Birincisi bir süredir anmayı unuttuğum rahmetli teyzemi hatırlatıp ruhunu şad etmek. Diğeri kutu kutu hediyelik kurabiye alma kararımız son buldu.

Ah güzel ülkemin güzel kadınlarının yaptığı çeşit çeşit kurabiyeleri Navetta gibi  allanıp pullanıp  bir  marka yapılıp birde üstüne  bir şehir efsanesi  yakıştırlıp “ örneğin yiyen 10 yıl gençleşiyormuş” denildi mi  Avrupalı almak için iki kilometreye varan kuyruk oluşturur diye düşündüm.

Navetta dosyası kapanınca  "Fayrap,  müzelere hücum" dedik. Doğruca Marsilya’nın neredeyse sembolü olanNotre Dame de la Garda Bazilikasına  geldik.  Burası büyük bir katedraldi ama çok çok eski bir yapı değildi. 1864 yılında Mimar Henri-Jacques Eserandieu tarafından yapılmış  olduğunu öğrendik. En büyük özelliği Marsilya’nın en yüksek tepesinde yer almasıydı . Bu kilisedeki Meryem heykeli gerçekten görmeye değer bir sanat eseriydi.

 

 

Şehirde ilk gördüğümüz yerin otelden yürüyerek gittiğimiz “ Eski liman” olduğundan bahsetmiştim.1840’lu yıllarda ticaret yolu olarak kullanılan Eski Liman, lüks otel ve restoranların da yer aldığı bölge ve normal olarak tipik sahil beldelerindeki yat limanın etrafında  dolaşarak veya bir şeyler içerek  turistik bir belde de olunduğu duygusunu veren bir yerdi benzerlerini o kadar çok görmüştük ki çok enteresan gelmedi.  Eski limandan  yukarıya doğru  yürüyünce  La Panier, yani  “sepet” anlamına gelen Pazar yerini görmek hoşumuza gitti. Dar sokakları ve mistik atmosferi ile La Panier, Marsilya’nın sembolleşmiş turistik değerlerinden olduğu aşikardı.   Birde” Longşamp sarayı” görülmeye değer bir yapıt olduğunu söyleyebilirim.

Tipik Fransız mimarisi ile 19. Yüzyılda yapılmış  bu saray da  görülmeye değer bir yapıydı. Amma velakin  Ortadoğulu ve Afrikalı seyyar satıcıları görmezden gelmek kaydı ile  yoksa  işgal edilmiş bir Fransız sarayı duygusuna kapılabilirsiniz. Ayrıca Paristeki Şanzelize'ye (champs elysees) benzeyen ondan biraz küçük Porte Daix Zafer takı denilen yapıtta görülmeye değer düşüncesiyle gittik ancak buradan yüz metre ilerde sanırım  enaz 500 m2 bir alanı kaplayan bir bit pazarı ile karşılaştık işte bu o zaman kadar gördüğümüz en dökük en pejmurde giysiler ve eşyaların satıldığı ve binlerce Ortadoğulu ve siyahi insan bulunduğu bir ortamdı ve neredeyse Fransızların olmadığı bu ortam karşısında dehşete düştük. Oradan hemen ayrılmanın en iyi fikir olduğuna karar verdik.

 

            

Tarihi ve turistik yerlerin az oluşu ile kısa sürede tamamlanınca ve bulunduğumuz ayın Temmuzun ilk haftası olmasını da dikkate alarak “biz neden denize girmiyoruz” dedik. Zaten herzaman  ya havuz ya deniz olgusu nedeni ile valizimizde mayolarımızı bulundurduğumuzdan hemen  "Halk plajl"arının yerlerini  öğrenip bulduk. Gittiğimiz en yakınımzdaki Plaj da bizi şehir gibi kurabiye gibi hayal kırıklığına uğrattı. Düzenli, modern, tertemiz Avrupai standartlarda bir plaj beklerken özellikle sakinlerini yine Ortadoğu'lu ve Afrikalı insanların oluşturduğu,  ülkemizde sıkça karşılaştığımız başta keşmekeşi ve  temiz olmayışı ile tenkit ettiğimiz plajlardan farkı yoktu. İnanın “acaba girmesek mi” dedirtti. Ama buraya kadar gelmişken denizlerinin tadına bakmamanın bir eksiklik olacağı düşüncesi ile bir köşede çakıl taşları  üzerine havlularımızı serdik. Hemen denize girmeye karar verdik. Denize girincede gözümüz aklımız havluların altına sakladığımız çantalarımızdaydı. Bu duyguyu hiçbir Avrupa ülkesinde hissetmemiştik. Denize her temkinli insanın yaptığı üzere yavaş yavaş girdik. Hem sivri taşlı bir deniz hemde bize Akçayda mıyız? yoksa  Seferihisarda mıyız? Hissini yaşattı. Deniz buz gibiydi. Özellikle ben eşime göre soğuk suya daha dirençli olduğumu düşünürken 50 kulaç sonrası  çıkmaya karar verdim. Zaten eşim çoktan çıkmış beni üzgün bir yüzle bekliyordu. “Haydi Abbas” dedim. Ne denizin ne plajın tadı tattı. Kurban olan yurduma dedim. Plajdan sonra eşime “Şu Fransızlar acaba nerede yaşıyorlar yoksa şehri  tamamen mi  terketmişler” dedim Oda “ Valla bende gerçekten merak ediyorum ama kime nasıl sormalı ki “ dedi. Bir gence dolaylı yoldan sormaya çalıştım. Fransızların kafe ve restoranları nerede falan gibi bize şehir dışında yaşadıklarını anlattı. Bizde bahsedilen sahil şeridinden Fransızların izini bulmaya çalıştık. Bindiğimiz otobüs sahil yoluna paralel yaklaşık yarım saat gitti. Evet nihayet  iz üstündeydik. Tiplerde, mekanlarda, müziklerde, konuşmalarda değişmeye başladı. İndiğimiz durakta kafe plajlar vardı. Orijinal Fransız ahalisi  buradaydı. Eğleniyorlar  ama kimseyi ne gözle ne dille rahatsız etmiyorlardı. “Oh be” dedik birer kahve söyledik. Nihayet  Fransa’da olduğumuzu  hissettik.

Serdar TAŞTANOĞLU

05.10.2022

 

 

17 Yorum

Hayat Baysaling

Hayat Baysaling

06 Ekim 2022
Tebrikler Serdar Bey anlatımınız tasvirleriniz doğal ve sade. Gerçekten ben de sizin gibi Avrupalıların sömürgeciliğin cezasını çekiyor diye düşünmüştüm ancak anlatımınız göre bu bir istila olmuş. Kurtulmalı biraz zor. Evlilikler de olmuş. O yüzden bizim gibi ara sınır ülkelere mali yardımda bulunarak daha fazla sığınmacı gelmesini önlemeye çalışıyorlar. Maalesef Beyoğlu başta olmak üzere sığınmacıların istilasına uğradık. Gidişat vahim.. Selam ve saygılar.
Selma Kaşo

Selma Kaşo

06 Ekim 2022
Yine süper bir yazı… ve kurabiye nin görüntüsünden inanın belliydi sanki iyi bir tadı olmadığı… çok beğendim …. Yola devam Serdar Bey kutluyorum
Halit Çalışkan

Halit Çalışkan

06 Ekim 2022
Serdar hocam yine harika bir gezi yazını okurken beraber geziyormuş gibi kurabiyeyi beraber tadıyor gibi oldum gerçek Fransızları bulmanıza da sevindim yeni yazılarını merakla beklerken sayenizde gezgin olmaya aday olduğumu da anladım
ERTUĞRUL ÖZBAĞ

ERTUĞRUL ÖZBAĞ

06 Ekim 2022
Hocam hakikat ler Türkler için biraz geç geldi bence, adamların pazarlama kabiliyetleri ne kadar çok. Bazen hayran oluyorum bunlara 2 frankllık kimyasal ları 20 franga satmaları beni çok şaşıtmıştı,adamlar suyu bize katkı malzemesi diye formül içinde yıllarca sattılar. Gıda da hala mısır şurubu şeker yerine satılıyor,baklavanın tadı değişti,kurabiye deyip geçmeyelim bize çok şey anlatıyor bu yazı teşekkürler hocam ,
Semra Yıldırım

Semra Yıldırım

06 Ekim 2022
Her zamanki gibi güzel anlatımınla,oralarda yaşıyormuş gibi oldum ,beni de gezdirdin .....güzel ifade etmek ,gerçekten Allah vergisi...kutlarım
Suna Gülgüden

Suna Gülgüden

06 Ekim 2022
Serdar hocam siz gerçekten tam bir gurme olmuşsunuz. Hangi yörenin hangi lezzeti meşhur biliyorsunuz ve biz de sizinle pek çok şeyi öğreniyoruz. Gezerek öğrenmek en güzeli bence de. Sonuç vasat da olsa, yine de insana pek çok bilgi ve deneyim katıyor. Sizin bu konudaki heyecanınız bize de geçmiş durumda. Yani biz de Dragos ailesiyle hiç gitmediğimiz yerlerde konserler vererek hem kültür elçiliği yapıyoruz , hem de yeni bilgilerle donanıyoruz! Çok şanslıyız sizin gibi meraklı ve öğrenmeye açık bir başkanımız olduğu için. Yazınızı çok beğendim, TEBRİKLER!
Semra Türel

Semra Türel

06 Ekim 2022
Yine uzaklari yakina getirmis altin kaleminiz kutlarim Serdar baskanim
Zeynep Nesligül

Zeynep Nesligül

06 Ekim 2022
Tebrıkler cok guzel
Serpil vuruşkan

Serpil vuruşkan

06 Ekim 2022
Çok akıcı çok güzel bir anlatım olmuş
Gülay

Gülay

06 Ekim 2022
Serdar bey kaleminize sağlık.Türkiyenin kıymetini bilmeyenler alıp sizin kitabınızı okumalılar ki ülkemizin nasıl bir ülke olduğunu anlasınlar.Ben biraz rahatsızım kitabınızı bana göndermenizi rica etsem olur mu?
Erdal Yenişen

Erdal Yenişen

07 Ekim 2022
Bizde daha kötü KARTEPE SAPANCA ve göl çevresi burda banliyölerde yerleşim ve ticaretede el atıyorlar selamlar.
Fazilet Yanık

Fazilet Yanık

07 Ekim 2022
Çok güzel anlatmışsınız benim de bir kurabiyem var herkes kıvamını tutturamıyor Navette kurabiyesi sizi hayal kıriklığına uğratmış ahh güzel ülkemin herşeyi başka teşekkür ederim paylaştığınız için iyi geceler saygılar..
Bedriye Darcan

Bedriye Darcan

07 Ekim 2022
Marsilya ile ilgili yazınızı Okudum. Yine güzel lirik bir anlatım. O göçmenler Fransa ' nin vaktiyle,emperyalist niyetlerle Afrika 'da işgal ve zulüm ettiği ülkelerden gelme. Cezayir,Kamerun Orta Afrika Cumhuriyeti.ki bu Ülke Bokassa diye bir diktatörün elinde idi. Fransa ya sadık , halkını sömürerek dünyanın en zengin adamı olmuştu. Bu adamın Fransa da muhteşem tarihi bir Şato su , yüzlerce malikhanesi vardı. Valeri Gingstang Eşten zamanında Benim Marsilya denince aklıma gençliğimde gördüğüm Film.(Marsilya Aşıkları) gelir. Leslie Caron,Horst Burluoz baş rollerini oynamislardi. Teşekkürler, Selamlarımla
Nesibe Müsebito

Nesibe Müsebito

07 Ekim 2022
Serdar Bey Yazınıza bayıldım. Marsilya'ya 2019 Temmuz da gittim. Ne güzel anlatmışsınız. Kurabiye hikayesi de harika. Kutluyorum
Ali Rıza Alkan

Ali Rıza Alkan

07 Ekim 2022
Ülkemiz gibisi yok bizim mutfağa devam
Gülzerrin Eligü

Gülzerrin Eligü

07 Ekim 2022
Yine o akıcı,insanı yazılan yerlere götüren anlatımınız,insan umduğunu değil bulduğunu yermiş desem de yenilmeyecek lezzetler de var.Kaleminize sağlık ,sevgiler.
Yaşar Özkaragöz

Yaşar Özkaragöz

07 Ekim 2022
Hayırlı geceler Serdar bey hocam kaleminize sağlık.Türkiyenin kıymetini bilmeyenler alıp sizin kitabınızı okumalılar ki ülkemizin nasıl bir ülke olduğunu anlasınlar.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri