HÜLYA, BOĞA KUYRUĞU KEBABI VE DON KİŞOT-2

 

Madrid anılarım-2

Ertesi gün ilk iş olarak Madrid in bir diğer ünlü meydanı olan Plaza Mayor meydanını gezmeyle güne başladık. Habsburg dönenimde inşa edilmiş ve yaklaşık 1200 metrekare olan bu meydan ve çevresinde birçok önemli kafe, restoran ve otel bulunmaktaydı. Meydanın tam ortasında yer alan heykelin Kral Felip e ait olduğunu, meydanın yapıldığı dönemde Felipe meydanı şeklinde anılırken, İspanyol Sivil Savaşı sonrasında “Plaza Mayor '' ismini aldığını öğrendik. Meydanı çepeçevre kaplayan kırmızı renkli üç katlı binada iki yüz elliye yakın balkon olduğunu öğrenince Aysele muziplik olsun diye “o kadar olduğunu sanmıyorum saysak mı acaba ?“ demem üzerine delirdin mi? dercesine bakınca, güldüğümü anlamaması için fotoğraf çekiyormuş gibi kafamı başka yöne çevirdim. 

 

Oradan doğruca Madrid Kraliyet sarayına gittik. Gerçekten görülmesi gereken bir saraymış. Giriş ücreti kişi başı on Avro olan 18. yüzyılda yapılmış bu saray, bana göre şehrin bu önemli tarihi yapısıydı. 1931 yılında Kral Alfonso nun tahttan çekilmesine kadar hükümdarların ikamet ettiğini öğrendik. Sarayın içini gezerken fotoğraf çekmenin yasak olduğunu, bir kadın görevlinin İspanyolca bir şeyleri kızgın yüz ifadesi ile söylerken, sağ el başparmağını da sağa sola sallayarak, kalabalığı yara yara üzerime gelmesi ile anlamış oldum. Böylece ona yakalanana kadar çektiğim resimler, ister istemez “yasağa rağmen çekilmiş“ olduklarından diğer Madrid resimlerime göre daha önem arz eder bir değer kazanmış oldular. Sarayı gezdikten sonra giriş ücreti olarak alınan on Avro nun bu muhteşem yeri gezme bedeli olarak çok cüzi bir meblağ kaldığı düşüncesi oluştu. 

Madridin en meşhur ana yemeğinin “ boğa kuyruğu '' olduğunu duyduksa da nerelerde yapıldığını öğrenmedik. Açıkça itiraf etmek gerekirse, öğrenip, bulmak için bir efor sarf etmedik. Bu yemeği sanırım herkes gibi sadece isminden dolayı çok merak ettik. Bir fırsatını bulup bu boğa kuyruğunun nasıl bir yemek olduğunu sorduğum bir Madridliden;“Rabo el Toro '' yani boğa kuyruğu yemeğinin, temizlenen boğanın kuyruğunun iri parçalara ayırılıp, mantar, soğan, sarımsak, krema, şarap ve baharatlarla sote edildikten sonra yapılan bir et yemeği '' olduğunu öğrendik. Tarifi yapan arkadaşın, tarif sırasında bile parmaklarını yalaması, yemeğin ne kadar lezzetli olduğunu ortaya koymaktaydı. 

Bu arada Mr. Abadiyi arayarak Madrid de olduğumuzu haber vermek istedim. Telefonu çalıyordu ama açmıyordu. Sanırım hepimizin yaptığı gibi telefonun sesini ya kapatmış olabilirdi ya da sesini duyamayacağı bir konumda bulunmaktaydı. Aradığımı görüp nasılsa geri dönüş yapar, düşüncesiyle kendimi teselli etmeye çalıştım. 

Buradan doğruca şehrin dünyaca ünlü El Retiko isimli parkına geçtik. Ortasında büyük bir gölet bulunan parkta ayrıca, bir gözlem evi, “Palacio de Cristal '' ve “Palacio de Velazquez '' isimli iki tane sanat sergisi vardı. Burayı gezerken parkın bir yerinde 7-8 sokak çalgısından oluşan bir orkestranın performansını hayranlıkla izleyip çekim yaptıktan sonra kutlayıp bir de hatıra fotoğrafı çektirdim. Demek ki Madrid de 7-8 kişiden oluşan böylesi kalabalık bir grup halindeki sokak müzisyenleri bile karınlarını doyuracak yani hayatlarını idame ettirecek kadar para kazanabiliyorlardı. Bu bir ülkenin müzisyene verdiği değeri ifade eden bir gösterge olarak ele alınmalıydı. Bizde değil 7-8 kişi, tek başına çalışan sokak müzisyenlerinin önündeki enstrüman kılıfları içindeki veya örtülerindeki bozuk paraların azlığı gözümün önüne geldi. 

Madrid den görülmeden dönülmeyecek dört müzeyi yüzlerce müze arasından seçmek oldukça zor oldu. “Keşke vakit olsa da her gün 4-5 müzeyi gezebilsek diye hayıflandık. '' İlk olarak gezimize Thyssen Bornremisza Müzesinden başladık. Baron Heinrich Thyssen Bornemisza nın kişisel koleksiyonunu bir süre sonra müzeye dönüştürmeye başladığını sonraki yıllarda, 7. yüzyıldan günümüze İtalyan, Flaman, Alman, İspanyol ve Fransız sanat eserleri ile dünyaca ünlü birçok ulusa mensup sanatçıların eserlerine sahip en önemli müzelerden biri haline gelmiş olduğunu öğrendik. 

Bu müzenin girişinde ülkemde göstermekte oldukça yararlı olduğunu düşündüğüm video kayıtlarını yapma şansını yakaladım. Müzeye gençlerin ve anaokulu öğrencilerinin eğitilmek üzere getirilmiş olduğunu görünce oldukça heyecanlandım. Her zamanki gibi “bu çok önemli eğitsel davranışlar neden bizde yapılmıyor '' diye üzüntü, kıskançlık ve kızgınlık hislerim birbirleriyle yarışırcasına ortaya çıktılar. 

Müzede bir köşede yere halka şeklinde oturmuş üniversite öğrencisi olma olasılığı yüksek olan gençlerin ortasında, ayakta, onlara heyecanla bir şeyler anlatan eğitmenlerini dikkatle ve mutlulukla dinlemelerini bende hayranlıkla izledim. Müzenin diğer tarafında ise el ele tutuşmuş anaokulu öğrencileri de öğretmenleri ile neşeli ama sessizce ve birer yetişkin edasıyla galerileri geziyorlardı. Bir ülkede sanat müzik ve kültürel alanlarda ilerlemenin lafla olmadığını anaokulundan başlayarak sanat ve kültür bilincinin verildiğini Londra, Paris, Berlin, Helsinki den sonra burada da bizzat tespit etmiş oldum. 

Havanın kararmasına üç saat kalmıştı. Bir başka müzeyi daha gezecek kadar vaktimiz bulunmaktaydı. Tespitini yaptığımız gezme öncelikli üç müzeden ikincisi olan Prado Müzesine yöneldik. 

Ara ara telefonumu kontrol ediyor, Mr. Abadi nin arayıp aramadığına bakıyordum. Çok şaşırmıştım. Geriye dönmüyordu. Nasıl olurdu, bu kadar heyecanla Madrid e hatta evine davet eden Mr. Abadi den ses seda yoktu. Neyse ne olduğunu elbette anlayacaktık. 

Prado; Madrid in dünyaca ünlü müze ve sanat galerilerinden biridir. Prado Müzesinde yaklaşık 8600 tablo, 5000 çizim, 2000 oyma baskı, 1000 para ve madalya, değerli birçok heykel, mobilya, eşya barındığını öğrenince çok heyecanlandık. Müzeye girmek üzere sıraya girdiğimizde büyük bir tesadüf gerçekleşti. Madrid e gelirken uçakta hemen yan sıramızda oturan ancak uçakta konuşma fırsatı bulamadığımız çiftinde bulunduğumuz sıraya geldiklerini görünce karşılıklı kısa bir şaşkınlıktan sonra çok eski dostların yakınlığı ile selamlaşıp, müze kuyruğunda birlikte sohbet ederek beklemeye başladık. Bu çiftin Madrid de çalışan oğullarının yanına gezmeye geldiklerini ve beyefendinin ise benim gibi uzun yıllar Müfettişlik yaptıktan sonra emekli olduğunu öğrenince, kendi adıma daha da bir yakınlık hissettim. Bizim meslekte birbirimize kullandığımız “üstat '' hitabını kullanmaya başladık. Eşime “Üç M ortaklığımızın olması ne güzel '' dedim. Şaşırarak bakınca, o sormadan açıkladım. “Müfettişlik, Madrid ve Müze sevgisi '' 

Mr. Abadi den hala ses seda yoktu. Kızmakla, merak etmek arasında gidip geliyordum. Artık hava kararmaya başlamıştı. Gecesi de bambaşkaydı Madrid in. Işıl ışıl tertemiz, trafik sorunu olmayan sekizer şerit gidiş ve gelişi olan bulvarların neredeyse yüz yıllık olduğunu öğrenince şaşırmanın ötesinde potansiyel bir trafik mağduru olan bir İstanbullu olarak kıskançlık krizine girip avaz, avaz “bu kadar da olamaz! '' diye bağıracaktım. 

Girdiğimiz lokantada garsona “boğa kuyruğu dışındaki İspanya mutfağına ait en meşhur yemeklerinizden sipariş etmek istiyoruz. '' talebime verdiği yanıt “mercimek mi? kuru fasulye mi istersiniz '' oldu. Bizim milli yemeğimiz kuru fasulyenin birçok ülkede çok sevildiğine şahit olmuştum ama mercimek yemeğinin İspanya da en sevilen yemeklerin başında gelmesine şaşırmıştım. Askerlik görevimi yaptığım Kırkağaç komando alayında sürekli çıkan mercimek yemeklerine olan isyanımızı, İspanyollar görseymiş demek ki nasıl şaşırırlarmış diye düşünüp güldüm. 

Seçtiğimiz müzelerden Arte Reina Sofia modern sanatlar müzesini yolumuz üzerinde görünce hemen gezmeye karar verdik. 20. yüzyıl İspanya modern resim sanatının en önemli iki ustası Salvador Dali ve Pablo Picasso nun koleksiyonları yanında çok önemli diğer modern resim sanatı ustalarının eserleri de yer almaktaydı. Özellikle hayran olduğum sanatçı Dali nin eserlerini görmek beni çok heyecanlandırdı. 

Futbola ilgim olmasa da Madrid in dünyaca ünlü futbol takımı Real Madrid in maçlarını oynadığı ünlü stadyumu Santiago Barnabu Stadyumunun önünden geçerken heyecanlanmadım desem yalan olur. Oldukça görkemli bir stadyum olarak hafızamızda daima yer alacaktır. 

Yine akşamı etmiştik. Bu akşam da değişik bir “tapas '' mekanında tatmadığımız “tapas '' çeşitlerinden seçerek onları yine buz gibi soğuk biralarımızla, ayak üstü atıştırırken “yemek yiyerek eğlenmek! '' bu olsa gerek duygusunu bir kez daha yaşadık. Flamenko dans yapılan yerlerin oldukça fahiş fiyatlı ve tamamen turistik yerler olduğunu, sanatsal bir iddia yerine sadece para kazanma mantığında olduklarını öğrenince, kendi çapımızda protesto ederek ilgi bile göstermedik. 

Madrid deki son günümüzü çok iyi değerlendirmemiz gerekiyordu. Görmediğimiz önemli meydan Plaza de Cibeles e gitmeye karar verdik. Bu görkemli meydan da bir de 17. yüzyılda inşa edilen ve şehrin simge yapıları arasında yapılan Kibele Sarayını da ziyaret etme olanağı olması bizim için oldukça iyi bir fırsattı. Plaza de Cibeles ( Kibele Meydanı ) ve meşhur çeşmesini görmezseniz Madridi gezmiş sayılmazsınız ifadesini duymuştum. Meydandaki ünlü heykel ve çeşmenin aynı adı tam arkasındaki saraydan aldığını öğrendik. Neo klasik mimarinin en güzel örneği olan heykel ünlü tanrıça Kibele yi iki aslan tarafından çekilen arabasıyla gösteriliyordu. Yunan mitolojisine göre tanrıça Kibele tabiatın ve şehrin koruyucusu olarak kabul edilirmiş. Günümüzde Real Madrid taraftarlarının maç zaferlerini kutlamak için geldikleri ilk yerlerden biri olmasından dolayı da burasının önem kazandığını, özellikle Şampiyonlar Ligi ya da İspanya ligindeki büyük kutlamalarda, tanrıçanın etrafına sarılan Real Madrid bayraklarının günlerce kaldığını, buna karşılık ezeli rakipleri Atletico Madrid taraftarlarının da, hemen yolun aşağısındaki Neptune çeşmesine gittiklerini öğrendik. 

Kibele Sarayı oldukça ihtişamlı, içinde çeşitli sergi ve etkinliklerin düzenlendiği bir kültür merkezi olduğunu görerek öğrenmiş olduk. 

İspanya ya gelince sanırım bizim gibi pek çok kişinin merak edeceği yerlerden biri “Arena '' olabilir. Belirli mevsimlerin, belirli günlerin de gösteriler olduğunu öğrendik. Ne yazık bulunduğumuz tarihlerde gösteri yoktu. Böylesi bir vahşi eğlenceyi seyretme şansı bulamadığımıza hiç üzülmedik. Ancak en azından uzaktan da olsa en önemli Arenalardan olan Las Ventas Arenasını görmüş olduk. Sanata, insanlığa bu kadar önem veren bu milletin bir yandan da en vahşi bir duygu ile masum boğaların katledilmesini seyretmekten zevk almaları ne büyük çelişkiydi. 

Puerta de Alcala nın Madrid in simge yapılarından biri olduğunu öğrenince bulunduğu Plaza de la Independencia meydanına geldik. Meydanın ortasında kalan bu kapı, üç yüz elli yıl önce inşa edilmiş üzerinde at nalı biçiminde üç kemer, görkemli bir alınlık ve melek figürleri yer almaktaydı. Gerçekten görmeye değer bir eserdi. Buradan Plaza de Espana meydanına geçtik. İspanyol diktatörü Franco nun ülkeyi modernleştirme çalışmalarının önemli bir örneği olduğunu öğrendik. Bu meydanda Madrid Tower ve Espana Building adındaki iki gökdelen bulunmaktaydı. Sanırım Madrid de bu yüzyıllık gökdelenlerden başka çok katlı bina çok nadir bulunmaktaydı. Bir an için Madridlilerln fay hattı üzerindeki İstanbul daki her gün tıpkı patlayan mısır taneleri gibi hızla çoğalan gökdelenleri görmüş olmaları karşısında neler düşüneceklerini merak ettim. 

 

Don Kişot ve Sancho Panza heykelleri yine burada dikkat çeken yapılar arasında yer almaktaydı. Çocukluğumuzdan beri duyduğumuz bu masal kahramanlarının heykeli önünde fotoğraf çektirmeden ayrılmak olmazdı. Ancak oldukça çok fotoğraf çektirmek isteyenler olduğundan uygun anı yakalamak biraz zaman aldı. Bu muhteşem yerlerin birinden diğerine genellikle yürüyerek gidiyorduk ve yol üzerinde gördüğümüz kafelerde oturup bazen kahve, bazen de soğuk bira içip, gördüğümüz ilginç tespitleri aktarmak veya elimizdeki şehir haritası ile rotamızı belirlemek gezinin eğlenceli molalarını teşkil etmekteydi. Oturduğumuz bir Kafe önünde Madrid deki taksilerin sarı renk yerine beyaz renkte olduklarını ön iki kapıya atılan uzun kırmızı şeritle aracın taksi olduğunun belli edilmiş olduğu dikkatimizi çekti. Beyaz rengi sevdiğimden mi nedir taksilerin sarıya göre beyaz olması fikri çok daha cazip geldi. 

Hollanda da okuduğum yıllardan kalan bir alışkanlık olsa gerek bitpazarlarını çok severim. Aslında bitpazarları bende çok ilginç şeyleri bulma heyecanı yaratır. Hollanda da bulunduğum şehirde her Pazar günü kurulan bitpazarına gittiğimde kendimi bir bitpazarından ziyade bir panayırda bulunuyor mutluluğu yaşardım. Nerede ise tüm şehrin ahalisinin katıldığı sosyalleşme unsuru olan bu etkinlikte, yoğun ders çalışmanın yarattığı tüm stresi yok ederdim. Hala sahip olmakla büyük mutluluk duyduğum, çok ilginç biblolarımı Hollanda ve İngiltere deki bitpazarlarında bulmuşumdur. Madrid bitpazarı nasılmış düşüncesi ile El Rastro isimli ünlü bitpazarını görmek istedik. Calle Embajadores ve Ronna de Toledo arasında kurulan bitpazarında ikinci el giysi, antika, askeri eşya, evcil hayvan dahil oldukça çeşitlilik olmasına rağmen ne yazık satın alacak enteresan hiçbir şey bulamadık. 

-“Ayselcim, sence Madrid de yapılması gereken her şeyi yaptık mı? Ne dersin. '' 

-“Bilmem. Sanırım yaptık. Elbette koca Madrid in görülecek tüm yerlerini üç günde tamamlamak mümkün değil. Müzeleri kastediyorsan göremediğimiz müzeleri hakkıyla gezmek için sanırım bir on beş güne daha ihtiyacımız olabilir. '' 

-“Hayır. Derdim bu kez müze, meydan, bina değil. Dün internette “sakın uğramadan dönmeyin '' denilen şu meşhur yüzyıllık çikolatacı yok muydu. Onu veda etmeden mi gideceğiz.!!! '' 

-“Aa.. Evet. Haklısın. '' Tamam. Hemen orayı bulalım. '' 

Kısa bir araştırma sonrası bulunduğumuz noktadan yirmi dakika yürüme mesafesi uzaklıkta olan “meşhur çikolatacıyı '' bulduk. Çok tarihi olduğu anlaşılan binadan dışarıya, sokağın sonuna kadar uzanan kuyruğu görünce çok şaşırdık. Türkiye de bu kuyruğu gören biri, “memur alım başvurusu '' ya da “iş ve işçi bulma Kurumuna, iş müracaat sırası '' bilemedin “hastanenin muayene kuyruğu '' sanabilirdi. Önce sıraya girip girmeme de tereddüt ettik. Süratle ilerlediğini görünce biz de konvoya katıldık. İçeriye girdiğimizde bulunduğumuz kuyruğun “kasadan ödeme yapıp, fiş alma kuyruğu '' olduğunu anladık. Ne isteyeceğimiz bilmediğimizden önümüzdekilerin çoğunun yaptığı gibi sadece kişi sayısını söyleyerek “iki kişi '' dedim. Kasanın ekranında görülen meblağı ödeyip, fişimizi aldıktan sonra bizde binanın önündeki sokağın kenarlarına dağıtılmış, beyaz mermer masalardan birine yerleştik. Beyaz önlüklü, çok seri hareketlerle müşterilerin siparişleriyle ilgilenen garsonlardan biri, masamıza gelip, bizim fişimizi aldı. Yaklaşık beş dakika gibi bir sürede siparişimiz geldi. 

İki çukur tabakta sıvı çikolata ile yanlarında iri tabakta ise bizim “halka '' veya Google bile argo adını yazınca karşınıza çıkacak olan “kerhane tatlısı '' diye adlandırılan tatlının şerbetlenmemiş hali geldi. Bizde diğer masalardaki müşteriler gibi halkaları çikolatalarımıza bandır bandıra yemeye başladık. Bu müthiş lezzeti tatmadan Madrid e veda etmiş olsaydık, gerçekten Madrid in bize küsmekte haklı gerekçesi olurdu diyerek gülüştük. 

Nihayet Madrid den ayrılma vakti gelmişti. İnanılmaz bir şekilde bu şehri sevmiştik. Son gezilerimizde gördüğümüz Helsinki üzerimizde oldukça olumlu etki bırakmıştı. Daha önce Barselona yı çok beğenmiş, yaşamak için tercih edebileceğim bir şehir tanımlaması yapmıştım. Ama sanırım Madridi gördükten sonra ilk kez denizi olmayan bir şehir için '' Burada yaşarım '' şeklinde düşündüm.

Hepinizin merak ettiği gibi Mr. Abadi oradan ayrılana kadar bizi aramadı. Sanırım döndükten iki gün sonraydı. Bozuk bir şive ile İngilizce konuşan bir bayan aradı. “Mr. Serdar. Ben Mr. Abadinin eşiyim. Sizinle irtibat kurması gerekmesine rağmen kalp krizi geçirdiği için bir hafta yoğun bakımda kaldı. İki tıkalı damarı açılarak stent takıldı. Ne yazık ne kendisi ne de bizler sizi arayamadık. Sizden onun adına özür diliyorum. Sağlığına tam olarak kavuşunca sizi arayacak. '' dedi. Çok üzülmüş ve şaşırmıştım. 

Kısmet olmayınca, olmuyor dedikleri buydu. Az daha Mr. Abadi yi de kaybediyorduk. Yaklaşık on beş gün sonra üzgün bir sesle Mr. Abadi aradı ve kısaca eşinin anlattıklarını tekrar etti. Şimdi iyi olduğunu öteki tarafa gidip geldiğini söyleyerek kahkaha attı. Ben de “Hülyayı gördün mü bari '' dedim. Bir kez daha kahkaha attı. “ Sanırım Hülya beni yanına istedi. Ona biraz sabret dünyada biraz daha yapılacak işlerim diyerek kaçtım. '' dedi. Sağlığına tam olarak kavuşunca ve doktoru izin verince İstanbul a gelip bizi ziyaret edeceğini ifade etti. 

Normal hayatın akışı içinde yaşamımıza devam ettiğimiz günlerdendi. Cep telefonum çaldı arayan bizim apartman görevlisi Hüseyin idi. 

“Ne var Hüseyin? '' dedim. Hüseyin genelde başı sıkıştığında veya bir probleminin çözülmesi durumunda beni aradığı için yine böylesi bir gerekçesi olduğunu sanmıştım. “Serdar Abi, Hülya ablanın katına çıkar mısın? Akrabaları seninle görüşmek istiyorlar. '' dedi. 

Şaşırmıştım. “Hayırdır, Hüseyin ne istiyorlar. '' dedim. “Abi, sen gel kendileri ile konuş. Bende buradayım '' dedi. Üç buçuk yıldır ortada yoklardı. Ne dertleri var acaba diye düşünerek biraz isteksiz yukarı çıktım. Hülyanın dairesinde iki orta yaşlı bayan duruyordu. Bana kendilerini tanıttılar; 

-“Serdar bey, sizinle bir türlü tanışmadık. Biz Hülyanın akrabalarıyız. Sağlığında sizlerden çok bahsederdi. Vefat ettiğinde çok üzüldüğünüzü ve çok ilgilendiğinizi gördük. Cenazede sizinle tanıştık. Ancak siz haklı olarak yoğundunuz. Bizi tanımamanız çok normal. Sizinle görüşme isteğimizin sebebi şudur. Hülyadan bize yaklaşık elli adet muhtelif tablo kaldı. Bizde kendi aramızda Hülya tablolarını birine vermek isteseydi, kime verirdi? diye düşündük. Hatta apartmanda ve çevrede araştırma yaptık. Emin olduk ki Hülyanın en yakın dostları sizlermişsiniz. Ayrıca sizde resim yapıyormuşsunuz. Sağlığında onunla birlikte bir sergide açmışsınız. Tüm bu faktörleri değerlendirince içlerinden birkaçını kendimize hatıra olarak ayırdıktan sonra kalan hepsini size armağan etmeye karar verdik. Hayırlı olsun. ''

O an bacaklarımın titrediğini hissettim. “Ah Hülya, yine yapacağını yaptın. '' dedim. Sulanan gözlerimi göstermek istemedim. “Çok teşekkür ederim. '' dedim ve oradan ayrıldım. Ayrılırken Hüseyine “ayakta duracak halim yok. Resmen dağıldım. Sen bir zahmet tabloları benim eve taşı“ dedim. Beni çok sevdiğini bildiğim Hüseyin “Abi. sen merak etme. '' dedi. Eve indiğimde gerçekten ayakta duracak halim yoktu. Acayip duygular içindeydim. Boğazım düğümlenmişti. Ağlayamıyordum. Aklıma Hülyanın evinde “Şu tablolardan biri benim olsa '' şeklindeki düşüncelerim geldi. Sanırım Hülya bu isteğimi anlamıştı. Üç buçuk sene rötarlı da olsa “ biri değil, hepsi sizin olsun. Değerli dostlarım '' diyerek tamamını bize göndermişti. 

“NUR İÇİNDE YAT. “Sevgili Hülya …………………… 

                |                                          

 

Serdar Taştanoğlu

Dragos Musıki Derneği Başkanı

29 Mart 2017 Çarşamba

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1 Yorum

Suna Gulguden

Suna Gulguden

30 Mayis 2023
Hocam sizi bu müthiş yazınızdan dolayı kutluyorum. Hülya hanımın mekanı cennet olsun. Dünyada yarattığı güzellikleri, yattığı yerde bulsun, inşallah!

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri