DESPİNA, EVDOKSİYA, ANASTASYA, KATRİN, MARİ,BAJRAKLI CAMİJE

Belgrad izlenimleri...
Alexsandra Cavellus un yazdığı “Leyla '' isimli kitabı okuduğumda günlerce etkisinden kurtulamamıştım. Sanırım bu romanı okuyanlar, özellikle Leyla nın hemcinsleri onun Bosna daki toplama kamplarında yaşadıklarını öğrenirken benim gibi nefret, tiksinme, acıma, şefkat, kızgınlık, isyan gibi bir insanda olması gereken tüm duyguları en yüksek seviyede yaşamışlardır.

Romanda; Leyla, Bosna savaşı sırasında yaşadığı Cehennemi günlerinde, Sırp askerleri tarafından uğradığı tecavüzleri, şiddeti, eziyetleri ve tüm insanlık dışı davranışları gerçekçi bir dille anlatmıştır. Leylanın yaşadıklarını öğrendikten sonra Sırplardan nefret etmemek olanaksız gibi görünüyor. Hele bir de başrollerinde Penelope Cruz, Emile Hirsch, Mira Furlan ve başarılı oyunu ile gurur duyduğum Türk oyuncu Saadet Işıl Aksoy un yer aldığı gerçek olaylardan aktarılmış “Sen Dünyaya gelmeden önce '' (Twice born) filmini izleyerek, Bosna da Sırpların yaşattığı dramı öğrenmiş olanlar ile başta Serebrenica gibi burada yapılan birçok toplu katliamlardan haberdar olanların Sırpları birer canavar olarak görmeleri son derece doğaldır.

Ancak savaş şartlarına gerçekçi bir bakışla, sebep sonuç ilişkisini kurarak ve savaşın psikolojisini dikkate alarak olayları değerlendirenler ön yargılardan bir nebze olsun arınabilirler. Örneğin ben, Türkler ile Yunanlılar ve Rumlar arasında Anadolu da ve Kıbrıs ta yapılan savaşlardaki benzer trajedileri duyarak büyümüş, bu nedenle onlara karşı katıksız bir ön yargıya sahipken Yunanlıları ve Rumları tanıyıp, onlarla bir arada olunca ve olayları daha objektif değerlendirebilecek yaş ve bilgiye sahip olunca ön yargının ne kadar yanlış olduğunu idrak ettim.

Halkı kışkırtma, savaşa sokma safhasında ve savaş sırasında meydana gelen vahşetlerin sorumlusu, kullanıldıklarının farkında olmayan halklar değil, onların beyinlerini yıkayarak bu ortama sokan ve benliklerini, idraklerini yok ederek, onları istedikleri biçimde, gerekirse birer vahşet makinesi haline dönüştüren, ülke yöneticileri ve liderleri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

O yüzden savaşların çok kötü, insanlık dışı olaylar olduğunu, savaşta insanın sahip olduğu tüm insani duyguların kaybolabileceğini idrak ettiğimden daima savaş karşıtı duruş sergilemişimdir. Bütün bu düşüncelerime rağmen biz Türklerin Müslüman olması ve Bosnalıların yanında yer almamızdan dolayı Sırpların bizlere karşı nefret duyguları taşıdığı, bununda normal olduğu kanaatindeydim. Ama bu durumu bizzat Yunanistan da yaşayarak elde ettiğim gözlemler gibi Sırbistan da da yapmam gerektiğine inanıyordum. Belgrad a seyahat edenlerden nadir de olsa biz Türkleri sevmediklerini öğrenmekteydim. Ne olursa olsun Atalarımızın altı yüzyıl hüküm sürdüğü ve eşsiz coğrafi güzelliğini duyduğum ve yıllar önce Almanya seyahatimde çok yakınından geçtiğim halde göremediğim Belgrad ı görmek için eşimi ikna ettim. Okuduklarımdan Belgrad ın Balkanların en önemli kentlerinden birisi hatta Balkanların merkezi olması yanında ucuzluğu, seyahat için vize gerekmemesi nedenleri ile de seyahat için cazip olduğunu öğrenmiştim.

İstanbul dan kalkıştan bir buçuk saat sonra Belgrad hava alanına gelmiştik. Oradan şehir merkezine giden otobüse bindik. Havaalanından şehir merkezi yirmi dakika sürdü. Otelimizi şehir merkezinde seçmiştim. Küçük bir butik oteldi. Şehri tanımadan önce havaalanından aldığım şehir haritasını inceleyince, birçok şehre benzer özellik taşıdığını tespit ettim. Burasıda eski Belgrad ve yeni Belgrad olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Yeni Belgrad tamamen sitelerin, büyük devasa sosyal konutların yer aldığı bir kesimdi.

Turistik olan ve görülmesi gereken kısım eski Belgrat tı. Eski Belgrad Tuna ve Sava nehirlerinin kesiştiği bölgede kurulmuştu. Ayrıca şehrin ortasında birbirine paralel iki ana arter yer almaktaydı. Bu yapısından dolayı da şehrin keşfedilmesi kolaylaşıyordu. Tüm görülmesi gereken yerler, müzeler, tarihi yapılar bu iki ana arter üzerinde yer almaktaydı.
Kalacağımız otelin bulunduğu caddeyi çok kolay bulduk. Caddenin henüz başındaydık ki bizi çok heyecanlandıran bir yapı karşımıza çıktı. “Bajrakli Camije '' (Bayraklı Cami) Osmanlı döneminden kalan bu caminin Belgrat ta ayakta kalan tek Cami olduğunu ve dini günlerde Bayrak asılmasından dolayı da halk arasında isminin Bayraklı cami olarak anıldığını öğrendik.

Ancak gerçekten üzücü bir hakikat ortada idi. Osmanlıların altı yüzyıl yönetiminde kalan Belgrat ta yaklaşık üç yüz cami inşa edilmiş olmasına rağmen daha sonra bu ülkeyi yönetenlerin talimatı ile bunlar yıkılarak geriye sadece bir cami ve birkaç Osmanlı eseri kalmış olduğunu öğrendik. Bu aslında bir insanlık suçuydu. Bayraklı caminin avlusunda kırılmış kenara atılmış mezar taşlarına oldukça üzüldüm. Büyükelçiliğimiz ve TİKA nın bu perişanlığa neden el atmadığını anlayamadım

Oysa otelimize yakın bir mesafe de TİKA tarafından onarılmış Şeyh Mustafa Paşa türbesini görüp gururlanmıştık. İstesem böyle bir şeyi denk getiremezdim. Koca Belgrat ta kalacağımız oteli ayakta kalmış tek Caminin bulunduğu caddeden seçmiştim. Otelimiz ayrıca birçok tarihi yere de yakındı. Bu nedenle valizlerimizi otele bırakır bırakmaz ilk işimiz bir şeyler atıştırıp hemen gezimize başlamak oldu. Otelimizin çevresinde gördüğümüz börekçiler ve cevapiciler (köfteciler) iştah kabartıyordu. Bu arada bazı börekçilerde bizim tatlıları da görünce şaşırdık. “ Demek ki tel kadayıfı, baklava burada da sevilen tatlılar içinde '' dedik. Ama tatlıların üzerine limon dilimleri serpilmesine çok şaşırdık. Benim için şerbetinde bile limonun fazla kaçırılmış olması o tatlıya karşı soğuma sebebim olurken, koca limon dilimlerinin tatlılara dizilmesi ile benim nezdimde Sırplar tatlı konusunda sınıfta kaldılar.

Normal olarak domuz etinin çok yaygın olacağını tahmin edebiliyorduk. Ancak bu konu da tedirginseniz sormadan sipariş vermemek gerektiğini sadece dana etinden yapılmış Cevapi olduğunu ve istek üzerine kesinlikle ondan hazırladıklarını söyleyebilirim. Aysel hanım sebzeli pizzayı, ben ise cevapiyi tercih ettim. Yanlarına söylediğimiz soğuk biralar muhteşem birer kombinasyon sağladı.

Yemek sırasında haritamızı incelediğimizde turistik yerlerin çoğunun Kalemegdan, Knez Mihajlova Caddesi ve Skadarska Cadddesi nin arasında kaldığını ve yürüyerek gezilebileceğini anlayınca sevinerek yola koyulduk. Belgrad da gezilecek yerler arasında Kalemegdan başta gelmektedir. Tarihi Keltlere kadar uzanan bu kaleyi, Romalılar genişletmişler. Yüzyıllar boyunca saldırıya uğrayıp yıkılmış ama yeniden restore edilmiş ve gerçekten birçok tarihi olaya sahne olmuş. Sanırım kale yaklaşık yüzün üzerinde savaş görmüş. Kalemegdanı her Türk gibi bizde çok sevdik. Her şeyden önce ismi bizden kalmış ve bize ait Türkçe bir ifadeydi. Kalemegdanı gezerken içinde çok güzel bir park, kafeler, heykeller, anıtlar, birde hayvanat bahçesi yer aldığını gördük. Bu arada birer emekli olarak onlara yapılan hizmetler hep dikkatimizi çektiğinden burada da emekli oldukları belli olan insanların oturup sohbet, dama ve satranç gibi oyunları oynayabildiği yerleri görünce bizde neden yapmazlar gibi sorular aklımıza bir kez daha düştü.

Kalemegdanda turistik eşyaların satıldığı mini Pazar yerini, Mora Fatihi Damat Ali Paşaya ait türbeyi görmek elbette bizi çok heyecanlandırdı. Bugünkü kalenin büyük bölümü on dokuzuncu yüzyılda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının gerçekleştirdiği restorasyonlardan kaldığını öğrendik.

Kalenin alt kısımlarından üst kaleye açılan büyük kapılar ve ahşap köprüler bulunuyordu. Bugünkü ana girişe “Stambol Kapiya '' yani “İstanbul Kapısı '' denilmesi de çok hoştu. Kalenin alt kısmında açık hava dinozorlar sergisi ile Belgrad Askeri Müzesi yer almaktaydı. Kalemegdan dan sonra otelimize uğrayıp üstümüzü değiştirip yeniden keşfe devam etmeyi planladık.



Otelin bulunduğu bölgeye gelince sokak ve caddelerin birbirine çok benzediğini görünce tereddüt ettik. Bu nedenle birilerine sormaya karar verdik. Otelimizi bulmak için en kolay yol ayni caddede bulunan bayraklı camini sormaktı. Bizde öyle yaptık. Yoldan geçen bir beye “ Bayraklı cami nerede? '' diye sorunca, heyecanlı bir şekilde Sırpça tarif etmeye çalıştı. “Sırpça bilmiyoruz '' dememiz üzerine de el işareti ile beni takip edin dedi. Bizi bulunduğumuz caddeye kadar getirdi. Bu nazik davranışa çok teşekkür ettik. Bununla aslında bir nevide halk da “İslam fobisi '' olup olmadığını test etmiş olduk. Bu Sırp bey testi başarıyla geçmişti. Otele girmeden alt yolda gördüğümüz börekçiye uğrayalım yani onların ifadesi ile “Bürek '' yiyelim dedik. Nefis görünümlü böreklerin lezzeti de muhteşemdi.

Börekçiden çıkınca bir genç üzerinde bir kez daha test yapmaya karar verip “Bayraklı Cami nerede? '' sorumu yineledim. Genç İngilizce biliyordu. Türk ve İstanbul dan geldiğimizi öğrenince daha da sıcak davranışlarla “Cami çok yakınımızda, isterseniz götürebilirim. '' dedi ve Türkiye ve İstanbul hakkında tüm bildiklerini bir çırpıda bize aktarmaya çalıştı. Sonunda “ Sizi tanıdığıma çok sevindim. '' gibi ifadeleriyle oda bizden “tam not '' aldı.


Sırada Sırpların meşhur kilisesi Dünyanın en büyük Ortodoks kilisesi olduğu söylenen Sveti (Aziz) Sava vardı. On ikinci yüzyıl Sırp hükümdarının oğlu Sveti Sava tarafından inşa ettirilen, Ayasofya ile rekabet için yaptırdığı iddia edilen Sveti Sava ya gitmek üzere yürümeye başladık. Önce Knez Mihailova Caddesine çıktık. Bu cadde dükkanlar ve kafelerle doluydu, Belgrad ın gece-gündüz kalabalık ana yaya caddesi olduğunu öğrendik. Aysel hanım “ben bir sigara keyfi yapmak istiyorum '' demesi üzerine verdiğimiz kahve molasında içeceklerin ne kadar ucuz olduğunu öğrenmiş olduk. Ayrıca Sırpların Türk kahvesini yani “Turska kafa '' yı çok severek içtiğini cezve ve fincanın hem biçimleri hem de isimlerinin bizdekiyle aynı olduğunu öğrenmek şaşırttı.


Kafeye yakın bir yerde Prenses Ljubice Sarayı olduğunu öğrendik. İlginç mimarisi ve bahçesindeki tek dut ağacını çok beğendik. İçeride mobilyalar, halılar, tablolar sergilendiğini öğrendiğimiz bu müzeye girmeden dışarıdan seyretmeyle ve fotoğraf çekmeyle yetindik.


Buradan katedrale ulaşmadan önce Stari Grad denilen bölgeye geldik. Burası Kalemegdan ın güneyindeki eski kent anlamında ve karma bir mimariye sahip bölgeydi. Yapıların çoğu Osmanlı İmparatorluğu sonrasındaki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma eserlerdi. Yugoslavya Başkanı Mareşal Josip Broz Tito anıt mezarı, Yugoslavya tarihi müzesini ve çiçek bahçesini gezdik.



Oradan Ulusal Müzeye gitmeye karar verince Müzenin bulunduğu Cumhuriyet Meydanına geldik. “İyi ki geldik. '' dediğimiz bu müzede Pablo Picasso, Claude Monet, Renoir, Monet, Matisse, Cezanne, Van Gogh, Rembrandt, Klimt, Kandinsky, Sisley, Chagall, Nadezeta Petroviç, Uros Predic gibi değerli sanatçıların eserlerini görme şansını yakalamış olduk. Oldukça yorulmuş ama çok güzel bir gezi gerçekleştirmiş, Belgrad ın büyük bir kısmını keşfetmiştik.

Sırada gece hayatını öğrenmek vardı. Belgrad da lokantalar, restoranlar genelde Skadarska semtinde toplandığını öğrenince buraya geldik. Restoranların çok ilginç adlarına bir hayli güldük. Tri Şeşira (üç şapka), Dva Jelena (iki geyik), Dva Bela Goluba (iki beyaz kumru) ve Seşir Moj (şapkam). İki kişilik yemek için gerçekten çok uygun bir ödemede bulunduk. Her şeyden önce Türkiye den çok çok ucuz olduğunu öğrendik. Aysel hanım öğlen cavapi yemediği için o bu kez burada o cevapi yemek istedi. Kebaplarımız gelmeden önce Sırpların meşhur dana etli çorbası “Teleci '' sipariş ettik. Oldukça lezzetli olan denenmesini tavsiye edeceğimiz bir çorbaydı. Kebaplarımız gelince de yanlarına kırmızı şaraplarımızı söyledik. Gerçi geleneksel içkilerinin rakiya (rakija) olduğunu ve, sadece üzümden değil kayısı (kayisi rajija), erik, vişne (rakija od vişnje) ve armuttan da yapıldığını öğrendik.

Bu arada burada “Kafana '' yani Sırpça meyhane demek olan bazıları salaş ve ucuz, bazıları daha şık ve pahalı olan yerler de olduğunu buralarda geleneksel ve yerel Sırp yemekleri ve mangal sunulduğunu öğrendik. Fırsat bulunca denemek üzere isim ve adreslerini kaydettik. Tuna ve Sava nehri üzerinde kurulu dubalar üzerinde yüzen sayısız bar ve kulüp olduğunu gördük.

Ertesi gün sabah erkenden kalktık. Güne görmemiz gereken yerlerin listesini yaparak başladık. Kaldığımız butik otelde kahvaltı olmadığından kahvaltımızı dışarıda yapacaktık. Aklımıza Sava nehri kıyısına gidip bir kafede kahvaltı yapmak geldi. Ancak sanırım çok erken saatte geldiğimizden açık kafe bulamadık. Ancak buraya gelmemize de değdi. Sebebi de şuydu; Buraya halkın spor yapması ve nehri seyretmesi için yollar, teraslar, manzara balkonları yapılmıştı. Sabahın çok erken saatleri olduğu için henüz ortada temizlik görevlisi bile olmamasına rağmen çevrenin tertemiz, pırıl pırıl olması dikkatimizi çekti. “Aysel, bu durumu kayıt altına almalıyız. Bizdeki benzer mesire yerlerindeki rezalet görüntüleri ile mukayese yapılabilecek eğitsel bir görsel olabilir. “ dedim. Gerçekten müthiş bir kıskançlık duyarak gerçekleştirdik. Bırakın bizdeki öbek, öbek çekirdek kabuğu yığınlarını, boş pet şişeleri, poşet, kırık şişe ve meşrubat kutularını ortada tek bir kibrit çöpü, kürdan dahi gözükmüyordu. Şu dünya ne garipti Müslümanlarca Barbar kabul edilen Sırplar çevreyi böylesine korurken Müslüman olmakla üstün temizlik felsefesine sahip olduğu ile övünenlerin ise korkunç bir çevre düşmanlığındaki tezat nasıl izah edilebilirdi. Üstelik Ülkemizde bu nehir manzarası ile mukayese bile edilmeyecek yüzlerce üstün doğa harikası köşe mevcuttu ama yüzde doksanı doğaya saldırı şeklindeki davranışlara maruz kalmaktaydı.


Yeri gelmişken ben ve benim gibi çevreyi sevenleri çok üzen ve kızdıran, şehir insanının evlerinde esir edildiği “Mangalcılığa “ değinmek istiyorum. Büyük şehirlerimizde özellikle hafta sonları parklarda deniz ve su kenarlarında bir çevre katliamına sebep olan “mangal yapma sevdası '' neden buralarda görülmemektedir. Oysa bu insanlarda bizim gibi kebabı, yeşil alanı, birlikte olmayı, muhabbeti çok sevmekteler. Üstelik “mangalcılık '' yapmaya müsait o kadar çok ve yaygın alanları olmasına rağmen. İlk etapta masum bir sosyal davranış gibi, gelir seviyesi düşük halkın ucuz eğlence aracı olduğu gibi düşünülebilir. Olaya o açıdan bakılırsa o zaman bizden daha az gelire sahip Balkan insanının da bu ucuz eğlenceyi daha çok gerçekleştirmesi gerekir. Doğanın, havanın katledildiği büyük oranda başka insanların rahatsız edildiği bu kitle hareketinin her geçen gün artmasına sebep başta Çevrecilikle ilgili mercilerin, belediyelerin sırf oy kaygısı ile olaya göz yummaları olduğunu düşünüyorum. Bu çok acı ve üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.



Aysel hanımla açık kafe bulamayınca meşhur büreklerinden yemek aklımıza geldi. En güzel böreklerin yapıldığını öğrendiğimiz börekçilerin bulunduğu meydana geldik. İki börekçi yan yana olmasına rağmen birine tek tük müşteri uğrarken diğerindeki kuyruk dışarıya kadar taşmıştı. Bu sahneyi görünce bizde “vardır bir hikmet '' diyerek kuyruğa girdik. Aldığımız bürekler gerçekten çok lezzetliydi ve beklememize değdi.

Buradan Sveti Marko Kilisesine giderek muhteşem mimarisi olan kiliseyi ziyaret ettik. Kralja Aleksandra Bulvarı ndaki Sveti Marko Kilisesinde en dikkati çeken şey yekpare dev sütunlarıydı. Kilise içinde İmparator Duşan ın türbesi de bulunmaktaydı. Sveti Marko Kilisesinin hemen arkasında, Bolşevik Ekim Devrimi nden kaçıp gelenlerin inşa ettikleri mavi kubbeli Rus Kilisesi bulunmaktaydı.

Nikola Paşiç Meydanı nda yer alan eski Yugoslavya Meclisi ve bugünkü Sırbistan Ulusal Meclis yer almaktaydı. Yolumuz üzerindeki, Kilise ve manastır tablolarının sergilendiği Fresk galerisi gezdik. Oradan Nikola Tesla Müzesine yöneldik. Geçen yıl Hırvatistan ın Başkenti Zagrep te Tesla nın yaşadığı evin müze yapıldığını görmüş, sorduğumuz Hırvatlar onun Hırvat bir bilim adamı olduğunu ifade etmişti. Ancak burada Sırpların gurur duyduğu insanlık adına çok yararlı icatlar yapmış, bir bilim adamı olduğunu öğrendik. Böyle insanlık adına yaralı işler yapmış kişiyi herkesin sahiplenmesi ve gurur duyması son derece doğal ve normal geldi. Tesla nın Elektrik mühendisliği, alternatif akım, uzun mesafeye yüksek enerji aktarımı, AC motorlar ve radyo haberleşmesi alanlarına çok büyük katkılarda bulunduğunu öğrendik. Bugünkü mobil haberleşmenin temellerini yine o atmış. Müzenin yarısında kişisel yaşamı, diğer yarısında buluşları sergileniyordu. Aysel hanımla görülmesi gereken bir müze olduğu kanaatine vardık.



Sırp geleneksel yaşamı, kültürü ve kıyafetlerinin sergilendiği Etnoğrafya müzesini, ve Tito nun otomobili dahil motosiklet ve arabaların sergilendiği Otomobil Müzesini, gezme şansını ne yazık bulamadık.
Belgrad gezimizin en yararlı kısmı Sırpların biz Türklere karşı nefret veya ön yargısının olmadığını görmek, öğrenmek oldu. Zaten dillerine bizden yüzlerce kelime girmiş ortak kültürlere sahip olmuş bu iki halkın düşman olması eşyanın tabiatına aykırıydı. Sizlere tespit ettiğim Sırpçada kullanılan Türkçe kelimeleri paylaşmak istiyorum:
Bakar (bakır), boja (boya) čarapa (çorap), čaršav (çarşaf), česma (çeşme), dugme (düğme), džep (cep), inat (inat), jastuk (yastık), jorgan (yorgan), kafa (kahve), kajmak (kaymak), kajsija (kayısı), kapija (kapı), kesa (kese), kesten (kestane), kreč (kireç), kusur (küsur), marama (mahrama), miraz (miras), oklagija (oklava), patlidžan (patlıcan), peškir (peşkir), sanduk (sandık), sirće (sirke), sunđer (sünger), šećer (şeker), tavan (tavan), turpija (turp) anterija (entâri), argat (ırgat), ašluk (günlük masraf, harçlık), avlija (avlu), bajat (bayat), barabar (berâber), berićet (bereket), budala (budala), bubrek (böbrek), bunar (pınar), burek (börek), đuveč (güveç), durbin (dürbün), filjđan (fincan), jastuk (yastık), jelek (yelek), jorgovan/ jorgan (yorgan), jufka (yufka), ćevap (kebap), cigerica (ciğer), čakšire (çakşır, pantalon), čaršija (çarşı), čerpič (kerpiç), ćilit (kilit), čičak (çiçek), čilim (kilim), čizma (çizme), čorba (çorba), čufte (köfte), ćup (küp), čuprija (köprü), djatak (yatak), đubre (çöp), dućan (dükkan), durbin (dürbün), dušek (döşek), duvan (duhan), džaba (çaba), džezve (cezve), džin (cin), džumbuš (cümbüş), eşarb (eşarp), kajiš (kayış, kemer), kaldırma (kaldırım), kanara (kasap), kara (kara), kašika (kaşık), komšija (komşu), konak (konak), krija (kira), kutija (kutu), lampa (lamba), leće (leke), makaze (makas), mantija (mantı), maraz (zarar), megdan (meydan), mendilj (mendil), merdevina (merdiven), mirija (vergi), namćor (nankör), nana (nane), pamuk (pamuk), pasulj (fasulye), patik (spor ayakkabısı), penđer (pencere), rakija (rakı), ršum (hışım), saksija (saksı), sarma (lahana sarması), sat (saat), sutliaš (sütlaç), taličan (talihli), tapija (tapu), taze (taze), tepsija (tepsi), testija (testi), torba (bayan çantası), tulumba (tulumba tatlısı), turšija (turşu), verman (ferman), viranija (virâne), vistan (fistan),vişna (vişne) zanat (sanat), zafran (safran), zurla (zurna).

Türk ve Osmanlı tarihimizde övündüğümüz padişahlardan Fatih Sultan ın annesinin Sırp Despina, yani Hüma hatun, Genç Osman ın annesinin Sırp Evdoksiya, yani Mahfiruz sultan, IV. Murat ın annesinin Sırp Anastasya, yani Mahpeyker sultan, II. Süleyman ın annesinin Sırp Katrin, yani Dilaşüb hatun, II. Osman ın annesinin Sırp Mari, yani Şehsüvar sultan olduğunu yine Osmanlıda sadrazamlık yapan beşinin de Ahmet ismini aldığı Paşalar sırasıyla Ahmet paşa 1497-1498 yıllarında, Ahmet paşa 1503-1506 yıllarında, Ahmet paşa 1511 yılında, Ahmet paşa 1512-1514 yıllarında ve Ahmet paşa 1515-1516 yıllarında olmak üzere her biri beşer dönem sadrazamlık yapmışlardır. Tarihimizde yeri ve önemi çok büyük olan Sokollu Mehmed Paşanın ise 1565-1579 yıllarında sadrazamlık yaptığını unutmamamız gerekmektedir. Sanırım Belgrad ı görüp, Sırp halkıyla birkaç günde olsa birlikte yaşamış, tanımaya çalışmış biri olarak şu soruyu sormadan edemedim. İki halkın altı yüzyıl gibi çok uzun bir birlikte olunmasına rağmen neden hep temkinli şekilde birbirlerinden uzak kalmaya çalışılmışlardır. Sanırım soruya yine kendimce vereceğim yanıt; tartışmasız din faktörüdür ve çok acıdır. Oysa Türk Sırp ilişkilerine din unsurunu bir kenara koyup önyargı olmaksızın bakıldığında ortak bir çok değere sahip iki halkın birbirini sevebileceklerini hadi daha iddiasız ifade edersek en azından birbirlerinden nefret etmeyeceklerini rahatlıkla iddia edebilirim. Bu da hem ülkelerin yönetim düzeyinde hem de bireysel olarak bir araya gelmeye gayret edilerek ve kültürel işbirlikleri artırarak aşılabilir. Geçen yıl ben ve eşim bunu bireysel çabalarımızla gerçekleştirip güzel ve unutulmaz anılar yanında çok az seviyede bile olsa Sırp halkına olan ön yargımızı sıfırladık. Bu yılda ikamet ettiğim İstanbul Maltepe ilçe Belediyesinin başlattığı müzik festivaline resmi olarak bir Boşnak ekibinin değil de bir Sırp ekibini ve üst düzey yetkililerinin davet edildiğini bizzat görüp şaşırdım.



Müziğin ve iç içe olmanın getirdiği yakınlaşmadan çok mutlu oldum. Çünkü bizler gençliğe adım atarken dönemin sevilen sanatçısı Şenay ın “Sev kardeşim '' isimli şarkısı ile yetiştik ve felsefemiz hep barıştan kardeşlikten yana oldu… Hadi gelin hep birlikte bir kez daha söyleyelim :

“Bak kardeşim, Elini ver bana, Gel kardeşim, Neşe getirdim sana, Al kardeşim Ye, iç, gül, oyna,

Sar kardeşim, Kolunu boynuma, Sev kardeşim, Canım feda yoluna, Tap kardeşim, Tüm insanlara,

Dünyaya geldik bir kere, Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle, Sevdikçe güler her çehre, Amaçlar hep bir olsun, Kalpler birlikte,

Dünyaya geldik bir kere, Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle, Sevdikçe güler her çehre, Mutluluklar bir olsun, Acı birlikte, ''




Serdar Taştanoğlu

Dragos Musıki Derneği Başkanı
21 Ağustos 2017 Pazartesi   
Bu yazım turizmhaberleri.com  dan alınmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri