BİSİKLETLİ MİLLİ EĞİTİM BAKANI VE SARHOŞ GEYİKLER

Stockholm anılarım....

Uçaktan inen diğer yolcularla birlikte biz de asla görülmeyecek bir biçimde, sakin ve telaşsız tavırlarla pasaport kontrol salonuna girdik. Birçok havalimanında olduğu gibi bu salonda da AB Vatandaşları ve AB Vatandaşı olmayanlar şeklindeki iki işlem sırası vardı. Hala AB vatandaşı olmadığıma göre her zamanki gibi diğerinde sıraya girecektim. “Ne güzel sıranın en başındayım '' diye düşünüp seviniyordum.



Her iki kabinin görevlileri gelene kadar geçen beş, on dakikaya rağmen arkama kimse gelmeyince gayri ihtiyari diğer sıraya baktığımda, benden başka herkesin diğer kabin önünde sıraya girdiğini görünce şaşırdım. Bu durumda koca uçakta tek Avrupa Birliği vatandaşı olmayan kişi unvanını taşımaktaydım. Diğer sıradaki herkesin gözleri üzerimde idi. Ne yazık bakışlardan gelen enerji olumlu değildi ki kendimi rahatsız hissediyordum. Belki de bu sadece benim bir kuruntum olabilirdi. Aslında bu durumun olması normaldi. Londra Heathrow havaalanından Stockholm Arlanda havaalanına geliyordum.


Bu arada her iki kabinin görevlileri geldi. Benim kabine giren görevli polis bey iri yarı, esmer biriydi. Tip itibariyle kuzey Avrupalılardan ziyade Ortadoğululara benziyordu. Pasaportumu uzattım. Önce uzun uzun yüzüme baktı. Sonra pasaportuma döndü ve sayfalarını tek tek inceledi. Tekrar yüzüme ters ters baktı. Nasıl davranacağımı şaşırmıştım. Sonra pasaportumu x ray ışığının altına tuttu. Yetmedi havaya kaldırıp ışığa tutarak baktı. Sonra da “Neden İsveç e geldiniz '' dedi.

İçimden “sana ne '' demek şeklinde yanıtlamak geldiyse de, “Kardeşimi ziyaret için geldim“ dedim. “Kardeşinizin adresi nedir? '' demez mi. Yine içimden “hoppala kardeşimin adresini ezbere nerden bileyim '' diye düşündüysem de ona “Bilmiyorum, sanırım çıkışta beni bekliyor olacak, isterseniz öğreneyim, kusura bakmayın da adresini bilmem mi gerekiyor? dedim. “Evet '' demez mi. “Maalesef bilmiyorum üzgünüm“ dedim.

Bu kez “İsveç de kaç gün kalacaksın?“ deyince, gülerek “kardeşimin bana katlanabileceği süre kadar“ dedim. Bu lafıma sinirlendi. “Bana kesin bir süre söyleyin “ şeklinde bu kez yükselmiş bir ses tonuyla sordu. Ben de “on beş gün“ dedim. Bu soruların bir kısmını sorma hakkı olmamasına rağmen tavırları ve soruları ile beni kızdırmaya çalıştığını anlamıştım. Bir süre düşündü, düşündü başka abuk soru bulamadığından mı nedir, küstahça pasaportumu önüme attı.



Benim tepem atmaya başlamıştı. Ben de sinirli ve sert şekilde gözlerimi ona dikerek pasaportu sertçe aldım. Türkçe bir sinkafı mırıldandım. Bana bakıp “bir şey mi diyorsun“ diye sordu. “Yok. Biran evvel buradan çıkmak adına dua ediyorum '' dedim. O mırıldanmamın dua olmadığını anlamıştı. Hem kızgınlıktan hem de benden başka yolcusu olmadığından mıdır nedir kabinden dışarı çıktı. Oldukça sert bakışlarını bana dikti. Benim tepki vermemi istiyor ve kendince kafasında bir şey planlıyor olduğunu hissetmiştim.

Pasaportumu cebime koyup hızla uzaklaşmaya çalıştım. Yaklaşık elli adım gitmiştim ki, arkama dönüp baktığımda hala bana doğru baktığını gördüm. Planı bozulmuştu. Hemen dışarı çıktım. Kardeşim beni bekliyordu. Kucaklaştık. “Çok mu sıra vardı abi “ deyince. “ Ne yazık tek kişiydim ama sanırım polisin hoşuna gitmedim. Beni İsveç e sokmamak adına büyük uğraş verdi. Az kalsın seni arayacaktım.“ dedim ve olayı detaylı anlattım.

Kardeşim “ Abi, çok akıllı davranmışsın. Onu kızdıracağın bir tepki karşısında “bu şahsı ülke için güvenli görmedim '' kanaati ile gerçekten içeri almayabilirdi. Aşırı tepki verdiğinde de tutuklayabilirdi. Zira bunların yetkileri çok fazla '' dedi. “ Neden peki, amacı neydi. '' diye sordum. O da “Abi, İsveç e ailesi ile siyasi nedenlerle çocuk yaşta gelmiş ve İsveç vatandaşlığına geçip belli görevlere gelmiş, Kürt ayrılıkçılar var. Bunlar biz Türkleri düşman gibi görmekte ve ellerine geçen fırsatı aleyhimize kullanmaktalar '' dedi. Senin tarifine göre de bu polis muhtemelen o sınıftan birisi. Vikinglerin torunlarının ülkesi İsveç e girişte böylesine bir olayı yaşamak istemezdim. Üzülmüştüm.

Kardeşim birkaç yıl önce yaşadığı Amerika dan sonra İsveç e gelmiş. Bir iş ortamı kurup, yaşamına burada devam etme kararı vermişti. Ben de kardeşimin uzun süredir bana yaptığı İsveç e gelme davetini nihayet gerçekleştirme fırsatı yakalamıştım. Yıllık iznimi iki önemli seyahate ayırmıştım. İznimin bir kısmını İngiltere de eğitime başlayacak oğlumun okul ve yurda yerleşme işlerine yardımcı olmak üzere Southampton da, ardından İsveç deki kardeşimi ziyaret için Stockholm da kullanacaktım.

İsveç gerçekten filmlerde, mecmualarda gördüğüm ve de anlatılanlar gibiydi. Her şey çok düzenli, her yer yemyeşildi, yerde kibrit çöpü dahi olmayan yolları, güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin çokça olduğu rüya gibi bir ülkeydi. Kardeşim şehir merkezine yarım saat uzaklıkta bir yerde oturuyordu ve evi tren istasyonuna nerede ise yüz metre uzaklıktaydı. Trenle merkeze gidip gelmek çok konforluydu. Çalıştığı için onu meşgul etmekte istemiyordum. Ona “Ben Stockholm u kendi kendime keşfedeceğim. Hafta sonları beraber gezeriz '' teklifinde bulundum.

Stockholm şehir merkezinde en ilgimi çeken ilk bina, Nobel ödüllerinin verildiği tarihi binaydı. Çok sade gösterişsiz bu binayı gezince iyice şaşırdım. Bu büyük ödüllerin verildiği yerin bu kadar sade olması beni çok ilginçti. Demek ki bu medeni ülkede insanlığa hizmet edenlerin ödüllendirildiği böylesi bir mekanın gösterişli şekilde ön planda olması gereksiz bir şatafat olarak düşünülüyordu.

Hafta sonuna kadar kardeşimin evinden merkeze kaç kere gittiğimi hatırlamıyorum. Bazen günde iki kez gidip geliyordum. Aldığım haftalık karta çok cüzi bir ücret ödememe karşılık sınırsız binme hakkı elde etmiştim. Bu kadar düzen, plan, dakiklik buna alışkın olmayan benim gibi şark insanını çok kıskandıracak bir durumdu.

Kaldığım süre boyunca tren bir kez bile bir dakika geç kalkmadı ya da geç gelmedi. On yıl Maltepe - Haydarpaşa banliyö treni ile işe gidip geldiğim günler aklıma geliyordu. İş için sarf etmemiz gereken enerjiyi, moral ve motivasyonu nasıl boşa heba ettiğimiz o günleri hatırlıyordum. Hele hele çantam biryanda ceketim kravatım diğer yanda üst üste balık istifi seyahatlerim gözümün önüne geliyordu. Stockholm banliyö trenine binmeden önce istasyondaki raftan bedava olan iki günlük gazeteyi alıp tertemiz ve boş koltuklara yayılırcasına oturarak, sadece resimlerine baksam bile gazetesini okuyarak işine gidiş duygusunu hissetmeye çalıştığım bu seyahatlerle o geçmişteki çileli seyahatlerimin acısını çıkarıyor sanki geçmişten intikam alıyordum.

İsveç te bana ilginç gelen şeylerden biri de alkollü içkilerin her yerde satılmamasıydı. Sadece alkollü içki satışı devlete ait Systembolaget adı verilen marketlerden yapılıyordu, bunlar da akşam 22:00 de kapanıyorlar ve devlet tüm alkollü içecek satışını denetliyor. Bunun sebebi ise İsveç te tarihsel olarak önemli bir alkolizm problemi yaşanması olduğunu öğrendim. Bu Systembolaget adı verilen marketlerde binbir çeşit içki vardı. Hatta içkiler ülkelerine göre reyonlara ayrılmıştı. Özellikle buraları hafta sonu görülmeye değerdi. Hafta sonunun başlangıcı olan Cuma akşamından Pazar gününe kadar kuyruklar öylesine uzuyordu ki bazen market dışına çıkarak caddelere doğru devam ediyordu.



Bir gün kardeşim işinden erken çıkıp “Hadi Abicim, bugün beraber geziyoruz '' dedi ve beni görmediğim tarihi bina ve müzelerin olduğu bir semte götürdü. Bir ara önüne geldiğimiz tarihi binayı göstererek “Abi, burası parlamento ve bakanlar kurulu binası '' dedi. Şehrin merkezinde, kapısında birkaç polisin dışında olağanüstü koruma ordusunun olmadığı bu binayı incelerken, binanın önündeki bisiklet koyma standına, birkaç bisikletli geldi. Kardeşim,“Abi bak. Şu adam Milli Eğitim Bakanı, şu Milletvekili, şu da bir parti Genel Başkanı“ dedi. Gerçekten çok afalladım. Bu üç önemli adam biz de takriben yüz kişilik bir ekiple gelmiş olurlardı. Bir anda gözümün önüne bunlarla aynı konumdaki bizimkilerin bisikletle Meclise gelişi canlandı. Güldüm tabi ki. Kardeşime “Bırak Allah ını seversen, bunlar ne kafasız insanlar“ diye acı acı gülerek takıldım.


Birader tatlılara düşkünlüğümü bildiğinden bana sürekli değişik pastalar ve oranın popüler sıcak içeceği “Latte“ ısmarlıyordu. Müzik ve sanat etkinliklerinin yapıldığı kristal küreyi görünce acayip şekilde kıskandım. Burada yapılan bir etkinliğin icrasında olmayı çok isterdim.
 

İsveç te trafik sorunu başka bir ifade ile trafik ıstırabı yoktu ve en önemli şey Türkiye deki gibi araç üstünlüğü değil yaya üstünlüğü hakimdi. Bir yaya ışık olmayan bir yerde, yola adımını attığı an sürücü ne olursa olsun anında durup yol vermek zorundaydı. Ancak bunu bir zorunluluk gibi kabul etmiyorlar durma eylemini tavırlarıyla yayanın kafasına kalmadan gönülden yaparcasına gerçekleştiriyorlardı.

Kardeşim bir akşam arkadaşlarıyla birlikte Çin lokantasında bana da yer ayarlamıştı. Açık büfe bu lokantada istenilen deniz ürünleri limitsiz alınabiliyordu. Karidesler, kızartılmış, haşlanmış ya da kurutulmuş balıklar, denizanası, midyeler, salyangozlar, böcekler, yosunlar, soslar kısaca denize ait yok yoktu. Ama lokanta içerisinde hiç hoşlanmadığım bir koku vardı. Bu koku iştahımı alıp götürmüştü. Yiyecek seçimlerinde çok zorlandım. En çok kafama karides ve midye yatmıştı ama onların da üzerine sanırım tatlımsı bir sos döküldüğünden kerhen yemek zorunda kaldım.
Oysa İsveçli arkadaşlar tabak, tabak yiyorlardı. Zavallı kardeşim ikide bir “Abi beğendin değil mi ? '' diye sorup duruyordu. Ne diyeyim. Mutlu olsun diye “a süper. Çok iyi ama nedense çok iştahım yok bugün '' demek zorunda kalıyordum. Yarı aç döndüğüm evde “canım çay istedi ben bir çay demliyim bahanesi ile girdiğim mutfakta çaktırmadan peynir ekmeğe yumuldum.
Merak ettiğim yerlerden biri de bizim meşhur yazar ve entelektüellerin toplandığı lokaldi. Güzel bir meydanda olan bu lokali sora sora buldum. İçeride yüzüne aşina olduğum kimseyi göremedim. Ama o havayı teneffüs etmek bile hoşuma gitti.

Bir gün de kardeşim “ Abi istersen hafta sonu seni yakındaki Södertalje isimli yakındaki bir şehre götüreyim, orasını da bir gör dedi. Gayriihtiyari “Şu meşhur tenisçi Björn Borg un doğduğu şehir değil mi? demem üzerine çok şaşırdı. “Abi neler biliyorsun. İsveçli tenisçinin doğduğu şehre kadar '' demez mi. Oysa lise yıllarında ezberlenen Mr. and Mrs. Brown hikayelerine benzer ezberlediğim bir İngilizce metinde yer alan Björn Borg ve doğduğu şehir Södertalje hafızamda kalmıştı. Ben de şaşırdım aslında, Södertalje kelimesi birden bana Björn Borg ü çağrıştırmıştı.



Södertalje yı görünce şaşırdım. Burası güzel bir İsveç şehri olmasına rağmen nüfusunun yarısını Arap, Kürt Ve Süryaniler oluşturuyordu. Suriyelilerin iki önemli futbol takımı olması enteresandı.

Södertalje


Bu güzel ve ilginç geziyi sürdürürken biryandan da dönüşte tekrar yanına gideceğim oğlumun eksik olan ihtiyaçlarını düşünüyordum. İki eksiği kalmıştı; çalışma masası lambası ve başucuna koyacağı bir sehpa. Southampton da çalışma masası lambasının 75 pound, en basit sehpanın ise 50 pound gibi çok pahalı olması sebebi ile almamıştım. Aklıma İsveç in meşhur İKEA ları geldi. Büyük bir İkea mağazasına girince burada satılan ürünlerin İstanbul daki İkealar da satılanlarla hiç ilgisi olmadığı gördüm. Bize gönderilenlerin orta gelir gruplarına uygun ürünler olduğunu anlamada gecikmedim.

Bu arada da monte bir sehpa ile o Southampton daki lambanın aynısını bulup ikisine toplam 25 Euro ödeyip almanın mutluluğunu yaşadım. Böylece Avrupa Birliği içinde olsalar bile fiyatların ve ürünlerin ülkeden ülkeye nasıl büyük farklılık gösterdiğini bizzat görmüş oldum. İsveç ten İngiltere ye lamba ve sehpa götürme işime kardeşimle birlikte çok gülüyorduk.

 
Daha sonra hafta sonu birlikte Stockholm çevresindeki kırsal kesimleri gezdik. Her yer elma ağaçları ile donanmıştı. Benim gibi elmayı çok seven biri için müthiş bir ortamdı. İsveç te ellinin üstünde elma çeşidi olduğunu öğrendim. Sanırım ben yaklaşık on beş değişik elmanın tadına bakma fırsatı bulmuştum.

Bu arada kardeşim orada elmadan kaynaklanan önemli bir sorundan bahsetti. Ağaçlardan yere düşen çürümüş elmaları yedikten sonra sarhoş olup yollara çıkan geyikler hikayesi beni bir hayli güldürdü. Ama sorun gerçekten ciddiymiş zira çürüyüp fermante olmuş elmaları yedikten sonra kafayı bulan geyiklerin ölümcül trafik kazalarına sebep olması gülerken, yıllar sonra kardeşimin de başına aynı şeyin geleceğini bilemezdik.

 

Stockholm çevresindeki kırsal yerlerde hobi bahçeleri ve nostaljik “baraka evler“ çok revaçtaymış. Kardeşim de böyle bir yer kiralamış olduğunu söyledi. Beni de oraya götürdü. Evde elektrik ve su bağlantısı yoktu. Ev gaz lambası ile aydınlatılıyor, odun sobası ile ısıtılıyor, su ise dışarıdan taşınıp toprak küplere doldurularak kullanılıyordu. Şaşırdım, biz medeniyete imreniyoruz. Onlarda geçmişteki ilkellikleri özlüyorlardı. Ne garipti şu insanoğlu..!

 

Ayrılma zamanı gelmişti. Hem kardeşimle hasret gidermiş hem de bu medeni ülkeyi çok yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Mutluydum şimdi tekrar oğluma gidiyordum.

Kardeşim veda sırasında bana , '' emekli olunca Stockholm e gelip yerleşmeyi düşünüp düşünmeyeceğimi, düşünürsem çok mutlu olacağını, burada birlikte yapacak pek çok fırsat olduğunu ifade etti.

Ben ise ona “Bak sana tüm açıklığı ile şunu söyleyeyim. Burada her şey çok güzeldi. Ancak ben bu ülkede asla yaşayamam, iklim olarak, alışkanlıklarım ve kültürü nedeni ile burada yaşamam mümkün değil. Hele hele kış aylarında havanın saat 14.00 de kararması beni delirtir. O nedenle çok üzgünüm ama ancak seni sıkça ziyarete gelirim '' . dedim

Ülkemizin düştüğü sıkıntılar karşısında zaman zaman isyan ettiğimde aklıma İsveç in medeni yapısı ve kardeşimin teklifini reddetmem gelir.
Ne dersiniz; ACABA YANLIŞ MI KARAR VERDİM…?

  06 Ağustos 2016 Cumartesi  tarihinde turizmhaberleri.com da  yayınlanmıştır 

Serdar TAŞTANOĞLU

30.01.2021

 

 

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri