MASAL DİYARI JEITA

MASAL DİYARI JEITA

Beyrut anılarım...

Havaalanına indiğimizde sanırım saat 23 .30 sularıydı. Pasaport kontrol işlemleri fazla uzamadığından valizlerimizi aldıktan sonra havaalanından çıktık. Ben hemen dışarıda sıra halindeki taksilerin en başta olanının yanına gittim. Şoföre İngilizce bilip bilmediğini sorduğumda hem “Yes '' deyip, hem de kafasını öne sallayarak tasdikleyince, elimde tuttuğum, üzerinde otelin adresi yazılı notu kendisine uzatıp “bizi buraya kaça götürürsün '' diye sordum. Aslında ön araştırmam sonucunda, kafamda tahmini bir ücret olmasına rağmen, şoförün dürüstlüğünü test etmek niyetinde idim.

Aldığım yanıt, taksiye binme kararımı kesinleştirdi. Şoför tam da tahmin ettiğim ücreti talep etmişti. Heyecanla taksiye valizlerimizi yükleyip, ben öne eşim, arkadaşım ve onun eşi arkaya yerleştiler. Hepimiz yıllarca savaş görmüş Ortadoğu nun Paris i Beyrut ta olmaktan dolayı gerçekten çok heyecanlıydık. Ama ne yalan söyleyeyim, bu heyecanımız tedirginlikle birbirine karışmış vaziyetteydi. Ne de olsa yılların savaş yorgunu bir şehirdeydik ve savaşın tarafı olanlar hala birbirlerinden keskin çizgilerle ayrılmıştı ve de nadiren de olsa hala münferit terör olaylarını basından duymaktaydık.

Medeni kıyafetli taksi şoförü aracını sürmeye başlar başlamaz nereden geldiğimizi sordu. Aslında geldiğimiz şehri bildiği kuvvetle muhtemeldi. Bakışlarından zeki biri olduğu anlaşılıyordu, ayrıca o saatteki tek sefer İstanbul - Beyrut tu. Bizimle konuşma ortamı yaratması için bu doğal bir soruydu. '' İstanbul '' yanıtım üzerine, İstanbul ile ilgili tüm bilgilerini dökmeye başladı. Hiç birimiz onu dinlemiyorduk. Hepimizin gözü dışardaydı ve üzerimizdeki tedirginliği yaratan bu bazen aydınlık bazen karanlık yollardan geçişli seyahatin bir an önce bitmesini ve otelimize girmeyi arzuluyorduk. Elimde internet üzerinden rezervasyon yaptığım otelin fotoğraflarının yer aldığı seyahat dökümanlarımızı tutuyor ve sanki oteli fotoğrafından tanıyıp şoföre “ burası '' diye durduracak bir tavır sergiliyordum.

Nihayet havaalanından bu yana 15 dakikalık bir zamanın geçtiğini şoförün “İşte geldik “ demesi üzerine, saatime bakınca anladım. Taksiden inip bir otele, bir de elimdeki dokümandaki fotoğrafına bakınca içimden bende “Evet, burası '' diye teyit ettim. Bizimkiler de taksiden inmişlerdi. Otel on katlı dış cephesi mermerle kaplanmış sıradan bir otel görünümündeydi. Ancak ve ne yazık ki görüntüsü hiç de dört yıldızlı bir otele benzemiyordu. Oysa ben bu oteli en uygun ücretli dört yıldızlı bir otel diye tercih etmiştim. Hep birlikte otelin içine girince resepsiyonda 14-15 yaşlarında bir gencin oturduğunu gördük. Etrafta başkaca personel yoktu. Ülkemde böylesi yerlere girişte “merhaba '' , “selam '' “iyi akşamlar“ gibi ifadeleri kullanmayı sevdiğim halde bir Arap ülkesi olduğuna göre “selamünaleyküm “ demem tam yerini bulmuştu. Gençten '' Aleykümselam ve rahmetullahi ve berekatühü '' yanıtı aldım. Bu arada hepimizin gözü etraftaydı ve otelde görünürde personel olmadığı gibi müşteri de yoktu. Otel sanki 70 li yıllardan hiç değiştirilmeden kalmış bir vaziyette idi ve sanki elektrik tasarrufu yapılıyormuş gibi görünürdeki mevcut aydınlatmaların neredeyse beşte biri yakılmıştı. Bu loş ortam kirli görüntüye sahip otele ekstra bir kasvet getirmişti. Ayrıca otelde küf kokusu gibi bir koku hakimdi.

    

Resepsiyondaki genç İngilizce bilmiyordu. Rezervasyon kağıtlarımı gösterdim. Olması gereken işlemleri yapmadı. Ne pasaportlarımızı istedi ne de bir yerlere isimlerimizi kaydetti. Arkasında sıra halinde asılı anahtar panosundan iki anahtarı alıp, önümüze düştü. Yük asansörü gibi hantal bir asansörün kapısını açtı. Kapı gıcırdayarak açıldı. Hepimiz birbirimize baktık.

Asansör otelin gerçek yapısını ortaya koymaya yetmişti. Asansörün tavan lambalarından sadece biri yanmakta idi ve lamba bulunduğu yuvadan çıkmış kablosu üzerinde sarkmaktaydı. Asansör duvarlarına sanki bir okul dolusu öğrenci yazı yazmıştı, aynası bile kırıktı. Sesler çıkaran asansör ile sanırım odalarımızın bulunduğu 7.nci kata çıktık.

Seyahate çıktığımız arkadaşımın eşini ne ben ne de eşim önceden tanıyordusadece “Merhabamız “ vardı. Bizim Beyrut a seyahat fikrimizi öğrenen arkadaşım, eşi ile bu seyahatte bize katılmak istemiş biz de kıramamıştık. Tek bildiğim kadıncağızın biraz agresif ve zor beğenen biri olduğu, konforuna düşkün olduğu gibi kızdığında da lafını sözünü esirgemediğiydi. Hani kişilerin karakteri seyahatte anlaşılır sözüne de inandığımdan biraz tedirgindim. Şimdi bu durumda olaya nasıl tepki vereceğini kestiremiyordum. Zira seyahatin tüm organizasyonunu ben gerçekleştirmiş, onlara iyi bir otel tuttuğumun müjdesini vermiştim. Eşim ağlamaklı ifade ile bana bakarken sanki “ Yandın, Serdar '' der gibiydi. Ne diyeceğimi bilemiyordum. İçimden “ Kadıncağız, ne derse haklı '' diye düşündüm. Yıllarca internetten en cazip ve güvenilir otelleri yakalayan ben, ilk kez tam anlamı ile tongaya düşmüştüm.

Biz eşimle kendi odamıza bakmaya gerek bile görmeden, arkadaşlarımızın odasını görmek üzere onlarla birlikte odalarına yöneldik. Resepsiyonist çocuğun kirli oda kapısını açması ile karşımıza sergilenen oda, sanki bir otel odası değil hapishanede yıllarca temizlik yapılmamış bir hücre durumundaydı. Kaynar sular başımdan döküldü. Bayanlar çığlık attılar. Hepimiz yüksek sesle gence çıkışıyorduk ama o ya gerçekten anlamadığı için ya da senaryo gereği bize öylece tepkisiz bakıyordu.

Ben dayanamayıp yatağın başına giderek “ bu rezalet nedir '' ifadesi ile yastığı, çarşafı sıyırıp attım ve korkması için “polis '' kelimesi geçen cümleler sarf ettim. Ancak genç konuşmuyor, tavırları ve mimikleri ile “biz neler gördük yaşadık. Sizden mi korkacağım “ mesajını veriyordu. Arapça bir şeyler mırıldandı ama bakışları hiç de utanma, sıkılma ifadesi taşımıyordu.

          

Bizim oda ise tam belgesellere konu olacak bir konumdaydı, kapı kilidi bozuk duvarlar pis ve kirli yataktaki ince yastıklar ise aylarca değiştirilmediğinden yatanların kafa kirini net ortaya koyan bir görüntüdeydi. Hep birlikte öfkeyle aşağıya indik. Çocuğun kaygısızlığı ve cüreti bizi endişelendirmişti. “Demek ki güç aldığı biri ya da bir şeyler var. '' diye aramızda değerlendirme yaptık. Başımıza daha fazla kötü olayların gelmemesi için tepkimizi kestik. Saat ilerlemişti ve bulunduğumuz yerin konumunu bilmiyorduk. Bir ara polis çağırmayı düşündükse de bu sefer ifade süreci, beklemeler ve karşılaşacağımız tepkileri kestiremediğimizden vazgeçtik. En iyisi günün ağarmasını beklemek olduğuna karar verdik.

Lobideki köhne koltuklara oturduk. Bu sıkıntılı ortamda teselli bulduğum tek şey arkadaşımın eşinin mevcut olayı sadece bizim kadar bir tepkiyle karşılamış olmasıydı. Bana yönelik eleştirisi yoktu. Zaten bu noktadan sonra grubun bana ihtiyacı vardı. Grubun başı ve tercümanıydım. Arkadaşım “ işe bakın, Beyrut a gelip, lobide sabahlamakta varmış ama boşa geçmeyecek üzülmeyin. '' dedikten sonra çantasından viski şişesini ve kuruyemiş paketini çıkardı. Havayı yumuşatmıştı. Resepsiyonist genç ise yerine geçmiş, bize boş gözlerle bakıyordu. Hepimiz sanki bu değerli zamanın boşa gitmesini engellemek istercesine işi ti-ye alıp İstanbul da bir kafedeymişcesine sohbete koyulduk. Hem de ne sohbet ve günü ağartmıştık. Genç resepsiyoniste taksi çağırmasını söyledim. Biraz sonra otelin önüne gelen taksiye apar topar bindik. Neyse ki bu taksici yarım yamak da olsa İngilizce biliyordu. “Bizi gerçek bir otele götür. '' dedim.

Bir süre sonra bindiğimiz taksi akşam geldiğimizden çok farklı sokak ve caddelerde ilerlemeye başladı. Gördüğümüz farklı sahnelere inanamıyorduk. Sanki film platolarındaydık. Bir anda çağ atlamıştık. O berbat, kötü, kirli sokak ve mahallelerden Avrupai cadde ve sokakların olduğu modern bir şehre geçiş yapmıştık. Taksimiz sonunda deniz kenarında küçük ama modern görünüşlü bir otelin önünde durdu. Bana “içeriye bir bakın, ben buradayım. Beğenmezseniz size başka bir otel göstereceğim. '' dedi. Otel seçimi konusunda kimsenin kimseye güveni kalmamış gibi hepimiz taksiden indik. Hep birlikte yeni otelimize girdik.

 

    

Resepsiyonda papyonlu briyantinli genç bize güleryüzle “hoş geldiniz '' dedi. Bu temiz, modern görünümlü gence otelin gecelik oda fiyatı ve otelin kaç yıldızlı olduğunu sordum. Aldığım yanıta göre fiyatı bizim dünkü korku filmi otelimizden daha ucuzdu ve gerçek dört yıldızlıydı. Odaları görmek istediğimizi söyledim. Başka bir görevli bizi odalara çıkardı. “İşte budur '' diye haykırdığımı hatırlıyorum. Herkes bir anda mutluluk sarhoşu olmuştu.

         

Odalarımızdan muhteşem deniz manzarası görülüyordu . Ben hemen aşağıya inip, kapıda bizi bekleyen taksiciye teşekkür ettim. O da bana kartını uzatarak “ihtiyacımız olduğunda arayabileceğimi ve bizden uygun ücret talep edeceğini '' söyledi. Sabah kahvaltı yapmadığımız için hepimiz çok acıkmıştık. Resepsiyondaki gence dün başımıza gelenleri anlattım. “Siz istirahat edin. Ben hallederim. Odanıza gidin, yerleşin. '' dedi .Aklıma ilk gelen gencin otel yetkilisinden izin alıp, henüz yeni giriş yaptığımızdan hakkımız olmayan sabah kahvaltısı için ne ücret talep edeceğiydi. 15 dakika sonra kapımızın çalınması üzerine açtığımda karşımda elinde büyük bir tepsi olan otel görevlisi bir genç duruyordu. Tepside bir kahvaltıda olması gereken şeylerden fazlası vardı. Bizim kahvaltıda alışkın olmadığımız tahin, zahne, humus, süzme yoğurt gibi ekstralar da bulunuyordu. Genç, kahvaltının ücretsiz olarak otelin ikramı olduğunu bildirdi. Beyrut bize şimdi “Hoş geldiniz '' diyordu. Affetmemek mümkün değildi. Hemen yan odadaki arkadaşlarımın kapısını çaldım. Aynı tepsiden arkadaşlarımıza da geldiği mutluluk kahkahalarından belli oluyordu. “Haydi, vakit kaybetmeyelim. Beyrut bizi bekliyor. Kahvaltıdan sonra lobide buluşalım '' dedim.

Önce otelimizin önündeki İzmir ve Antalya sahili karışımı görünümdeki sahil bandında tur attık. Gerçekten bulunduğumuz yer her haliyle muhteşemdi. Hala inanamıyorduk. “Akşam neredeydik, şimdi neredeyiz '' ifadelerini birbirimize sarf ediyorduk. Kısa süre sonra bulunduğumuz kesimin Hristiyan, Arapların, akşamki otelin bulunduğu yerlerin Müslüman Arapların hakimiyeti altında olduğunu öğrendik.

Adının George olduğunu öğrendiğim resepsiyondaki Arap genç ile Beyrut üzerine konuştum. Bilmediğim bazı ilginç konulardan bahsetti ayrıca bana lisan bilen bir taksiciyi önerdi ve bize onun tüm gün refakat edebileceğini söyledi. Şoförün tüm gün için talep ettiği ücret çok uygundu. İlk hedef “Harissa tepesiydi“. Muhteşem bir manzaraya sahip bu tepeye teleferikle çıktık. Buradaki dev Meryem Ana heykeli ve tarihi kilise, coğrafi zenginliğe ilaveten kültürel bir zenginlik katmıştı. Bu heyecan tufanı ve zengin görsel tespitlerimiz sırasında unuttuğumuz öğle yemeğini hatırladık. Mihmandarımız şoförden, bizi “ekonomik ve güzel bir restorana götürmesini '' istedim. “Yakında yolumuz üzerinde, deniz kenarında '' istediğimiz gibi bir yer olduğunu belirtti.

  

Girdiğimiz lokanta temiz, kaliteli ve hepsinden öte muhteşem bir deniz manzarasına sahipti. Sipariş almak üzere gelen garsona menüyü sorduk. Hala ilk gece yaşadığımız entrikanın korkusu ile yoğurdu üfleyerek yemek niyetindeydik. Menüyü detaylı inceledikse de isimlerden neyin ne olduğunu net çıkarmak zordu. Şef garson bize gülerek “adam başı 12 dolar olan menüyü servis etmek istediğini ve memnun kalacağımızı, kalmazsak ödeme yapmayabileceğimizi '' söylediğini hatırlıyorum. Hepimiz önerisini kabul ettikten az sonra masaya, içleri badem, fındık, fıstık, kaju ve cevizin dolu dolu olduğu tabaklar kondu. Şaşırmıştık. “Bu da neydi, biraz sonra yemek yiyecektik. Hemen şeytani düşündük yoksa bunlarla karnımızı mı şişirmek istiyorlardı? . Ama hemen arkasından masaya peynir ve zeytin çeşitleri, tereyağı, bal ve sıcak pidelerden oluşan tabaklar servis edildi. Daha sonra onlarca değişik mezenin yer aldığı servis arabası geldi.

Yanlış hatırlamıyorsam otuz civarında çeşit olan meze tabakları masamızı kapladı. Birbirimize bakıyorduk. Hemen arkasından büyük kayık tabaklarda üç değişik çeşitte salatalar servis edildi. Derken başka bir servis arabasında ise yıkanmış marullar, soğanlar, biberler, salatalıklar, domatesler, havuçlar ve limonlar masanın yanına konan tepsiye istif edildi. Bir başka garson biralarımızı getirdi. Biz şaşırırmış vaziyette yemeğe başladık. Henüz ana yemek gelmemişti ki bu kez içli köfteler, fındık lahmacunlar masaya geldi. Utanmasak ana yemekleri iptal ettirecektik. “Nasıl bunca şey yenecekti '' demeye kalmadan büyük tabaklarda ızgara şiş köftelerimiz geldi. Biz de genelde tabağa konan tek sıra şiş burada ikişer sıra şiş olarak konmuştu.

Yemeğimi yerken gelen garson nargile isteyip istemediğimizi sordu. Gerçekten etrafımızdaki masalarda özellikle bayanların ellerinde nargileler vardı ve yemek arasında içiyorlardı. Ben dahil kimse istemedi. Her şey birbirinden lezzetliydi. Hepimiz birbirimize tattığımız lezzeti tatmayı öneriyorduk. Sanki birer “Gurme Vedat Millor '' olmuştuk..!!! Bir saatte yer çıkarız dediğimiz lokantada iki saat geçmişti. Artık midelerimizde yer kalmamıştı. Bir süre sonra masa toplandı.

Ancak biraz sonra “o da ne '' dedirten tatlı servis arabası geliyordu. Özellikle tatlı düşkünü benim gözlerim yerinden çıktı. Tatlı arabasında en az on çeşit tatlı vardı ki hani ülkemizde hangisini istersiniz diye sorulurken burada tercihimizi bile sormadan bu on çeşit tatlıyı masaya dizildiler. Tatlı tabakları arasında akla gelmeyecek bir tatlı vardı ki hepimiz güldük. Tabakların birinde pişmaniye vardı. Bizim İzmit in meşhur pişmaniyesi de tabağa konmuştu. Hepimiz o öğlen hayatımızda ilk kez bu kadar çok ve çeşitli tatlı yediğimizi itiraf ettik.

     

Masa toplanmaya başlayınca “hesabı ödeyelim '' derken gelen araba yine “yeter artık, bu kadar da olmaz '' dedirtti. Getirilen servis arabasındaki yaklaşık on büyük kasede, üzümden kiviye, çilekten, muza, mandalinadan, portakaldan, Armuttan elmaya kadar tepeleme doldurulmuş meyveler masaya dizildi. Artık yiyemez olmuştuk. İnsanoğlu aklı, nefsi ve midesi ile sınav oluyordu. Ama sanki yememiz gerekiyormuş gibi hepimiz tabaklarımıza değişik meyveleri doldurduk. “Bu halde nasıl gezeceğiz '' diye şakalaşıyorduk.“ Hesap lütfen “dedim.

Meyve tabakları toplandı ve gülerek gelen bir garson başka bir servis arabası ile masamıza yaklaşıyordu. Arabada renk renk şişeler mevcuttu. “Bunlar da nedir.? '' dedik. Sonra bunun yemeğin cilası olan muhtelif likörler olduğunu öğrendik. Likörlerin yanına ispirto ateşi ile yanan Antep fıstıklarının olduğu tabaklar masada yerini aldı. Herkes kendi merak ettiği renkli likörden test ediyordu. Ben Hindistan cevizli ile kivili likörleri test ettim. Şükürler olsun ki nihayet hesapları ödedik. Hesapta bir sürpriz veya entrika olmadı. “Bu ücrete bu menü asla olamaz '' diye düşünüyorduk. İşin en güzel yanı da böylesi bir yerden çıkarken müşterinin “Helal olsun “ demesi olmalı ki, hepimiz söz birliği etmişçesine “helal olsun '' dedik. Hem garsonlara hem şoföre tekrar tekrar teşekkür ettik.

Şoföre “bu normal mi? yoksa bu restorana özel bir durum mu? '' diye sordum. Şoför bu servisler bizde çok doğal şayet yapılmazsa garipsenir '' yanıtını verdi. Gerek o sırada gerek daha sonraki araştırmalarımda Lübnan mutfağının Akdeniz, Türk ve Arap mutfağından oluştuğunu, yıllarca Osmanlı hakimiyetinde kaldığından Türk mutfağının ayrı bir ağırlığı olduğunu öğrenince gururlandım.

Hamra ve Mar ellas caddeleri görmeye değerdi. Bizim İstanbul un Bağdat caddesi ya da Nişantaşı nın benzeri caddelerdi. Akşam otelimize geçmeden sahildeki kafelerde vakit geçirdik. Sonra otelin önerdiği Falalfel ( kebabçıyı ) bulduk. Öğlen “bu yemeği nasıl sindireceğiz. Artık iki gün bir şey yemeyiz '' diye kara kara düşündüğümüz o koca menüyü dolaşarak eritmiş ve yine acıkmıştık. Kebapçı çok modern, otantik dekore edilmiş bir mekandı ve müşteriler ayakta boşalan masalara oturmayı bekliyorlardı. Türkiye de akşam saatinde böylesi rağbet edilen bir kebapçıya rastlamamıştım. Burada da siparişlerimiz onlarca meze ile süslenmiş olarak geldi. Öğlenki menüden sonra sanırım gelmese bu kez biz yadırgardık. Biz de bu olağanüstü sofra zenginliğini doğal kabul etmeye başlamıştık bile. Kebaplarımızı yerken yine ücretsiz nargile önerildi ve akabinde zengin tatlı servisi yapıldı. '' Rejim ya da diyet yapanlar Beyrut ta kafayı yer ya da hasta düşer '' diye düşünüp, gülüyorduk. Otele döndüğümüzde hepimiz “yeme yorgunuyduk '' .

Ertesi günkü gezi programımız da yoğundu. Herkesin dilinden düşürmediği “ Jeita '' mağaralarına gidecektik. Sabah kahvaltısından sonra güne başladık. Jeita mağaraları merkeze çok yakındı. Mağaralar bir tepede yer alıyordu ve yokuşa yaya olarak tırmanmanın zorluğu dikkate alınarak ziyaretçiler mini bir tren ile tepeye çıkarılıyorlardı. Jeitta mağaraları iki mağaradan oluşuyordu. Mağara girişinde sıkı bir arama ile telefon ve kameralar toplanarak kişiye özel kasalara konuldu. Sebep olarak dünyanın 7. Harikası olan bu doğal şaheserlerin flaş ışığından zarar görmemesi olarak açıklandı.

Mağaralar gerçekten muhteşemdi ve sanki bir masal aleminde dolaşılıyor hissi veriyordu. Diğer mağaranın zemininde gölet olduğundan onar kişilik motorlu teknelerle mağaranın içi dolaşılıyordu. Bu şaheserleri gezerken Ülkemizde Tokat taki Ballıca ve Gümüşhane deki Karaca mağaralarını henüz tanımıyordum. Onların da en az Jeitta mağaraları kadar muhteşem olduğunu bilmiyordum. Yıllar sonra o mağaraları gezerken bu sahip olduğumuz şaheserler için ne Yunanlıların Girit teki “İda dağı“ mağarasına, ne de Lübnanlılar Jeitta mağaraları için yapmış oldukları gibi yeterli tanıtımı yapamadığımızı, onlar gibi sıkı korumadığımızı ve gezilmesini cazip ve kolay hale getirmek için hiç kafa yormadığımızı düşünüp, üzüldüm. Oysa gerek İda gerek Jeitta mağaralarında ziyaretçiler saatlerce sıra bekliyorlardı. Bizim Tokat Ballıca ve Gümüşhane Karaca mağaralarını gezdirecek rehber ise grubun belli sayıya ulaşmasını bekliyordu. Ülkemizde ünlü ünsüz onlarca mağara olduğunu düşünürsek, “ Mağara Turizmine “önem verilmesi ile bu alanda da ne kadar kazançlı çıkacağımızı düşünmeden edemedim. Jeitta mağaralarından büyülenmiş olarak ayrıldık.

 

Sırada tarihi camilerin, kiliselerin ziyareti vardı. Gezdiğimiz her şey bizi fazlasıyla etkilemiş olarak otele döndük. Son akşamımızın finali olan müzikli gece sırasını bekliyordu. Şoförümüze gündüz Jeitta yolunda, akşam yemeğinde otantik müzik dinlemek istediğimizi belirtmiştim. O da bana ailelerin gittiği bir gazinoyu önerdi. Ancak önceden rezervasyon yapılmasını gerektiğini söylemişti. Hepimiz birer müzik aşığı olduğundan bu olayı tereddütsüz onaylamıştık. Sırada Beyrut un müzikli finali vardı. Aldığımız bilgi saat 22 de başlayan programın sabah 05 de bittiğiydi. Taksicimiz bizi saat 22 de gazinoya getirdi. Beyrut sosyetesinin doldurduğu gazino bana İstanbul daki eski Maksim, Tepebaşı ve Yenikapı Gar Gazinosu gecelerini hatırlattı.

Sahneye yakın bir masaya konuşlandık. Program başlamıştı. Sahne çok büyüktü ancak oldukça kalabalıktı. Merak ettiğimizden sahnedeki saz sanatçılarını saydık. Sanırım 20 kişiden fazlaydı ve coşkulu bir tempoyla Arap müziği yapıyorlardı. O sırada sahnede çok dikkat çeken dekolte tuvaletli hem sesi hem fiziği güzel bir kadın sanatçı söylüyordu. Masaya oturur oturmaz sadece “ne içeceğimiz“ soruldu. İçecek siparişlerimizi vermemizle birlikte dünkü yemek şöleni yeniden başladı. Masada yer yoktu; mezeler, kuruyemişler, limitsiz içecekler, tatlılar, meyveler, likörler gelip gidiyordu, arada yapılan nargile teklifini bu kez reddedemedim. Bu sürede üç beş şarkı söyleyen sanatçı sahneyi terk ediyor, arada ya oryantal çıkıp biz müşterilerin yanında göbek atıyor, onun yerini ya erkek ya kadın sanatçı sahnede alıyordu.

Finale kadar yaklaşık otuz sanatçı sahne almıştı. Bu bizim için bir rekordu. Yemek ve müzikle tam anlamıyla şaşkına dönmüştük. Burada da hepimiz “böylesi bir sahneyi ancak rüyada '' görebileceğimizi itiraf ettik. Bu mutluluğun da sonuna gelinmişti. Yedi saatlik müzik ve yeme ziyafetinin sonunda ödediğimiz ücret kişi başı 25 dolardı.

Her şeyden önemlisi arkadaşımın eşinin sözleri oldu: “SERDAR BEY, SAYENİZDE BU GEZİ HAYATIM BOYUNCA YAPTIĞIM EN GÜZEL GEZİ OLDU . TEŞEKKÜR EDERİM. İLERDE TEKRAR GELİR MİYİZ. ? ''

Serdar Taştanoğlu

Dragos Musıki Derneği Başkanı

02 Nisan 2016 Cumartesi

 Yorumlar

ADEM SAĞıR yorum yaptı... Yorum Ekleyin

HARİKULADE 14.07.2017

Serdar bey tüm içtenliğimle sizi tebrik ediyorum. Mükemmel derecede akıcı anlatımızla sanki Beyrut sokaklarını dolaştım. Çok beğendim. Süper.... Nice güzel geziler ve paylaşımlar diliyorum. :)))

GULSEN yorum yaptı... Yorum Ekleyin

Serdar Beye 02.05.2016

hersey cok guzel serdar bey cok buyuk ve guzel bır aıle oldunuz

ZELIHA BETÜL HALAÇ yorum yaptı... Yorum Ekleyin

BEYRUT ZİYARETİ 11.04.2016

Serdar bey çok tşk,ler. İyi ki gezip dolaşiyorsunuz, eşinizle beraber, bizler sizin sayenizde büyük bir heyecanla hiçbir zaman göremiyeceğimiz yerleri. gezip dolaşiyoruz, ayeğiniza , ellerinize, kaleminize sağlik.

SEMRA TÜREL yorum yaptı... Yorum Ekleyin

TEŞEKKÜRLER BAŞKANIM 11.04.2016

UZAKLARI YAKINA GETİREN ALTIN KALEMİNİZE TEŞEKKÜRLER SEVGİLİ SERDAR TAŞTANOĞLU BAŞKANIM

HARIKA yorum yaptı... Yorum Ekleyin

Görmüş Kadar Oldum. 09.04.2016

Yazıda giriş gelişme ve sonuç ilişkisi mükemmel, monologdan ziyade makale formunda olmuş, elinize sağlık ayrıca,''Beyrut'' un siyasal geçmişi ile bu gün ki gelişmesini çok iyi anlamışsınız, seyahat edilen yerlerde bu oluşumların bilinmesi açısından. Elinize sağlık.

SEVGIERKAN yorum yaptı... Yorum Ekleyin

Serdar Bey 08.04.2016

Aynı şehir de yaşayan iki toplum arasındaki farkın güzel bir üslup anlatılmasını çok beğendim TEŞEKKÜLER

FİLİZ YÖRÜK yorum yaptı... Yorum Ekleyin

TEŞEKKÜR 07.04.2016

Yazınızı sıkılmadan büyük keyifle okudum... Beyrut'u merak ettim ve umarım ben de sizler kadar keyif alırım... teşekkürler...

NURSEVIL SAVCı SÖZER yorum yaptı... Yorum Ekleyin

MASAL DİYARI JEİTA SEYAHATİ 02.04.2016

Serdar bey güzel üslübunuzla ve güzel anlatımınızla seyehatlarda karşılaşılacak durumundan zor anlardan sıyrılıp Beyrut'a yaşadığınız çok güzel günler değişik ve zengin kültürü ve en önemlisi MAĞARA TURİZMİNİN MUTLAKA ELE ALINMASIGEREKTİĞİ TURİZM EKSİKLİĞİMİZ HEMEN KAPATMALIYIZ ÇÜNKİ BİZDEKİ TURİZM TANITMA VE DEĞERLENDİRMELER HEP EKSİK.ELE ALIMAMAIŞ MADDİ ve MANEVİ KAYIPTIR SONUÇTA GÜZEL BİR GEZİ OLMUŞ BİZLERE DE AN ve AN güzel üslübunuzla anlattığınız için teşekkürler

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri